Çin’in Jin Hanedanlığı döneminde yaşayan keşiş Fa Hsien, MÖ 399 yılında Budist kutsal metinlerini derlemek üzere Hint altkıtasına doğru bir hac yolculuğuna çıkar. Seferinden 13 sene sonra dönen Fa Hsien, hayatının kalanını derlediği metinlerini tercüme etmekle geçirir. Fa Hsien’in tercümeleri Çin dünya görüşünü derinden değiştirir, Asya ve dünya tarihine başka bir çehre kazandırır.
Fa Hsien’in ardından yüzlerce Çinli keşiş benzer yolculuklara çıkıp hem Budizm’in Nirvana Yolu boyunca yayılmasını sağlar, hem de tıp adamları, tüccarlar ve misyonerler için yolu açmış olurlar.
Diğer iki büyük tercüme hareketiyle birlikte –Emevi ve Abbasi dönemlerindeki (2-4. ve 8-10. yüzyıl) Grekçe-Arapça ve Hintçe-Persçe (13-19. yüzyıl) tercüme hareketleri– bu olaylar, bilginin dünya tarihinin linguistik sınırlarını aşarak tercüme edilmesine yönelik kayda değer girişimlerdir.
Dil ve uzam sınırlarını aşan çeviri hareketleri sanat ve zanaattan inançlar ve âdetlere, toplum ve siyasete hayatın her alanına dokunmuş ve bu alanları dönüştürmüştür.
Yaratıcı ve kültürel alanlarımızda temsiliyete ilişkin hararetli –ama gerekli– tartışmalarının son zayiatına bakacak olursak, bugün bunların hiçbiri mümkün olmazdı.

The Discomfort of Evening adlı romanıyla (çevirmen Michele Hutchison’la birlikte) Uluslararası Booker Ödülü’nü kazanan ve bu ödüle layık görülen en genç yazar olan Marieke Lucas Rijneveld, geçen ay 22 yaşındaki Amerikalı ödüllü şair Amanda Gorman’ın yakında çıkacak şiir kitabı The Hill We Climb’ı Hollanda’da bulunan Meulenhoff yayınevi için çevirmek üzere seçilmişti.
Gorman, Rijneveld’i kendisi seçmişti. Fakat “eyvallahsız” siyahi bir “spoken word” şairin eserlerini tercüme etmesi için beyaz bir nesir yazarının seçilmesine getirilen eleştiriler karşısında Rijneveld işten el çekmiş, “Meulenhoff’un işi bana vermeyi seçmesi yüzünden gücenenleri anlıyorum […] Amanda’nın gücünü, tonunu ve üslubunu muhafaza etmeyi en önemli görev bilip kendimi onun eserlerini çevirmeye memnuniyetle adamıştım. Fakat ben böyle düşünür ve hissederken, çoğu kimsenin böyle düşünmediğinin farkındayım” demişti.
Rijneveld cephesinde bunlar yaşanırken bu hafta da Gorman’ın Katalan çevirmeni Victor Obiols, Barselona merkezli yayıncı Univers’in işi kendisinden aldığını AFP’ye bildirdi: “Becerilerimi sorgulamaları söz konusu değildi ancak kadın, genç, aktivist ve tercihen siyahi başka birini arıyorlardı.”
Kültür gaspı ve kimlik siyaseti tartışmalarının ardının arkasının kesilmediği bir dünyada yaşıyoruz. Sömürgecilik ve kapitalizm çifte kuvvetlerinin yarattığı güç farklılıkları bugün her alanda sorgulanıyor.
Bu yangının çeviri sanatına sıçraması an meselesiydi.
Genellikle görünmez olan ve kıymeti pek bilinmeyen çeviri sanatları, etrafımızda her daim icra edilir. Fakat edebiyat çevirisi alanında yazarın sesi ve konuşulan yer önem taşır.
Temsiliyet meseleleri söz konusu olduğunda çoğunluk gücüne sahip olan baskın azınlığın kontrol ettiği küresel yayıncılık rejimi içinde marjinalize edilmiş yaratıcı eser üreticileri ve onların gittikçe büyüyen okuyucu kitleleri önem kazanıyor.
Dolayısıyla, bazılarının dikkati Hollanda’daki Gorman çevirmeye ehil çok sayıdaki “spoken word” sanatçısına çekmesi gayet beklendik bir durum. Ayrıca Hollandalı ajanslar, yayıncılar, editörler, çevirmenler ve eleştirmenlerin de elbette ufuklarını genişletip farklılığı kucaklamaları gerekiyor.
Yine de şu sorunun sorulması lazım: İnsanlar yalnızca kendileri için bilindik olanı tercüme edecek olsalardı tanıdık olmayan, hayret verici dünyayla ilgili azıcık da olsa nasıl bir şeyler bilebilirdik?
Edebiyat çevirisi işi dil, hayal gücü, bağlam, gelenekler ve dünya görüşleri bakımından derinden farklılıklarla boğuşmayı içinde barındırır.
Başka bir dile, başka bir dünyaya vuruldukları için bilinmedik sulara yelken açan çevirmenler olmasaydı bunların hiçbiri günlük bilincimizin birer parçası olamazdı.
Çeviri direniştir
Çevirmenler kendi dillerinin mecralarındaki ve âdetlerindeki anlamı, maddeselliği, metafiziği ve belki de bilinmeyen sihri bir yerden bir yere taşırlar. Bilinmeyenin, yabancı olanın, kendinden olmayanın çekimi bütün çeviri faaliyetlerinin olmazsa olmazıdır.
Çevirmenin merakını harekete geçiren, entelektüel azminin ve etik sorumluluklarının karşısına dikilen işte bu hayati bilmeme unsurudur. Çevirmenler çevirdikleri eserin yazarıyla aynı kültürün içine doğmuş olduklarında veya yazarla aynı kültürü paylaştıklarında bile çeviri sanatı farklılıkların aksi yöne çekiş gücüne bel bağlar.
Yaratıcı bir çeviri karşıtlık ve aşındırma üzerinden yeni anlam ve nüansların ortaya çıkmasını sağlar.
Cornell Üniversitesi’nden Japon tarihçisi ve çevirmen Noaki Sakai, bu sürecin tarihsel karmaşıklığı hakkında yazar. Sakai, çeviri pratiklerinin “güç farklılıklarının inşası, dönüşümü ve yıkımıyla her daim ‘suç ortaklığı’ yaptığını” söyler.
Çeviri hakimiyettir
Fakat çeviri, sömürgeleştirmede bir hakimiyet aracı olarak da kullanılmıştır. Örneğin La Malinche, İspanyolların 16. yüzyılda Aztek İmparatorluğu’nu fethi sırasında Hernán Cortés için aracılık ve tercümanlık yapmıştır.
Avustralya’nın ilk Aborijin dili öğretmeni Patyegarang ise ilk sömürgecilerden William Dawes’e ders vermiş, Eoraların ülkesinde Gamaraigal dilinin hayatta kalmasında önemli rol üstlenmiştir. On beş yaşında bir erginlenmiş kadın olarak Dawes’in entelektüel dengi olan Patyegarang, ondan İngilizce öğrenmiş ve kendi kültürel mirasına sahip çıkarken bir müşterek çeviri ilişkisini dengede tutmayı başarmıştır.

Bu örneklerin her ikisinde de Avrupalı emperyalistler, fethettikleri topraklardan çeviri süreçleri sayesinde sağ çıkmayı öğrenmişlerdir. Dahası, Yerli kültürlerden üstün gördükleri, kendi üstün Batı medeniyeti hikayelerini uydurmak için de aynı dili kullanmışlardır.
Çeviri kuramcısı Tejaswini Niranjana’nın açıkladığı gibi, çeviri “sömürgeciliğin asimetrik güç ilişkilerini şekillendirir ve bu ilişkiler içinde şekillenir.”
Çeviri tarafsız bir faaliyet değildir. Hikayelerin ve metinlerin üretimi, yayılması ve kabul görmesi noktalarında tarafların çıkarlarının olduğu, karmaşık bir dizi sosyopolitik ilişki içinde işlev gösterir.
Akademisyenler Sabine Fenton ve Paul Moon, sömürgecilik lehine “gözden kaçırmaların” ve seçimlerin stratejik bir örneği olan ve “Maori bağımsızlığının Kraliyet’e devredilmesi”yle sonuçlanan Waitangi Antlaşması’nın kasıtlı yanlış tercümesiyle ilgili çalışmalar yürütmüştür.
Bu örnekteki felaket ikamelerden biri mana (bağımsızlık) kelimesinin kawanatanga (hükümet) kelimesiyle değiştirilmesidir ki bu kelime pek çok Maori kabile reisini yanlış yönlendirmiş ve sözleşmeyi imzalamaya teşvik etmiştir.
Çatışma ve savaş –ve onlardan kaynaklanan yerinden edilme– durumlarında çeviri akla hayale sığmayan bürokratik evrak işlerinde, hâkim dilde ve mevcut sığınmacılık ve mültecilik taleplerinde görüldüğü üzere bir kez daha muktedirlere ayrıcalık tanıyan bir silaha dönüşür.
Bu bıçak sırtı bağlamda, Gorman ve Rijneveld örneği tarihsel güçten etme ve adaletsizlik meseleleri bakımından adeta bir paratoner niteliğinde.
Çeviri diplomatiktir
Yazarların küresel yayıncılık piyasasında seslerini duyurma fırsatları eşit olmadığından tarihsel bilinç ve sömürgecilik sonrası hassasiyet hakikaten gerekli.

Rijneveld’in hakkını vermek gerekir ki kendisi bu hassasiyeti zaten gösterdi. Gorman’ın çevirmenliğinden çekildikten sonra bir şiir yazdı:
hiç kaybetmedim o direnci, keder ve neşeyle dirsek dirseğe o ilk mücadeleyi,
ne de boyun eğmedim kürsülerden verilen vaazlara,
neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen Kelam’a
hiç tembellik etmedim ayağa kalkma vakti geldiğinde,
yüzleşme vakti geldiğinde bütün zorbalarla
ve savaşma vakti geldiğinde sıkıştırıldığımız raflarla
yumruklarımız havada, başının içindeki o bilmeme isyanları karşısında
Yine de temsiliyet 21. yüzyılın ahlaki zorunluluğu olsa da ben naçizane edebiyat çevirisi alanında bilinmeyenin ve tanıdık olmayanın çekimimin –Rijneveld’in “bilmeme isyanları dediği şeyin– en önemli malumu ilamlardan biri olduğunu öne sürüyorum.
Dünya zaten iki haftada bir, dillerinden birini kaybediyor; bu yüzyılın sonunda dünyadaki 7,000 dilin yarısının artık konuşulmayacağı tahmin ediliyor. Halbuki dil çeşitliliğinin –türlerin hayatta kalması için elzem olan– genetik çeşitliliğin bir göstergesi olduğu sıklıkla tartışılagelmiştir.
İnsanlar yalnızca kendi dört duvarları arasında bildiklerini veya kendi hayal güçlerinin sınırları dahilinde aşina olduklarını tercüme edecek olurlarsa hem çeviri hem de insanlığımızı zenginleştiren dünya kadar dil de hayati bir şeyi kaybetmiş olur.
Çeviri aktivizmdir
Irk-sonrası bir dünyada yaşamıyoruz. Kovid-19 salgınının açık ve net bir bicinde gösterdiği üzere sınırları olmayan bir dünyada da yaşamıyoruz. Ulusaşırı zamanların çevirmenleri olarak etno-linguistik sınırları aşıp bu yüzleşmenin zorluklarını kabul etmemiz hayati önem taşıyor.
Kendi çalışmalarımda Aborijin ve Torres Boğazı Adalarında yaşayan, aynı zamanda Dokunulmazlar kastına mensup Hintli şairlerin eserlerinin çevirileri için farklı isimlerle çalışmıştım. Bu da zorunlu olarak tarihsel kıyaslanamazlıkları anlama şeklindeki güç işi yapmamı kapsıyordu.
Evet, sömürgeciliğin devam eden entrikalarına sadık bir hizmetkar olan kapitalizmde yapısal eşitsizlikler gün geçtikçe artıyor. Çevirmenler uzay boşluğunda yaşamıyor. Yapısal ırkçılığın baskılarından muaf değiliz.
Fakat neden bir birey olarak Rijneveld işi reddetmek zorunda kaldı? Bu yakın tarihli gelişme neden Meulenhoff gibi yayınevlerinin yerleşik faaliyet örüntüleriyle ilgili değil de bireysel eylemlerle ilgili bir hal aldı?
Eşitliğe ulaşılması için dönüşümün yapısal olması gerekiyor. Bu sorumluluk kitap işlerinin tıkırında yürümesi için feda edilen tek bir çevirmenin omuzlarına yıkılamaz.
Hâkim küresel (bunu “Batılı” olarak okuyabilirsiniz) yayınevlerinin yöneticileri ve genel yayın yönetmenleri büyük oranda beyaz. Bu da o bilindik sorunun sorulmasını zorunlu kılıyor: Yayın kurulları toplumun sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk, cinsel yönelim ve beceri eksenlerindeki çeşitliliğini yansıtsaydı nasıl olurdu?
Avustralya’nın anaakım yayınevlerinden birinin bile başında beyaz olmayan bir yöneticinin veya beyazlardan oluşmayan bir kurulun olduğu bir senaryo canlandırın zihninizde.
Bir dolu çevirmeni, yapılması gerekeni yapmak için kolları sıvamaya teşvik etmek tam olarak yayınevlerinin, edebiyat ve inceleme dergilerinin ve kültür kurumları yöneticilerinin görevi.
Yine de bir çevirmen tarihin ve toplumun taleplerini karşıladığı kadar dürüstlük ve hayal gücünün taleplerini de karşılamalıdır. Çevirmenin başka bir yer ve zamanda olma, kendi amaçlarının ve varsayımlarının tersine gitme şeklindeki zorlu göreve atılması gerekir.
Gerçekten radikal nitelik taşıyan bir dizi olanak ancak böyle bir Babilci farklılıklar dünyası tahayyül edilerek hayata geçirilebilir.
Benzer arkaplanlara sahip çevirmenlerin çeviri işini bu türden bir görevin içindeki yaratıcı direnişi mesele edinen bir şekilde tamamlayamayacaklarını söylemiyorum. Fakat alanın göreve çağrılan herkese açık olması gerekiyor.

Edebiyat çevirisi çoğu zaman bir mesut tesadüfler ve tutkulu angajmanlar meselesidir. Yalnızca altı senedir Korece öğrenmekte olan Deborah Smith, 2016 yılında Han Kang’ın Vejetaryen (2007) kitabını çevirmeye giriştiğinde kitap Birleşik Krallık ve Amerika’da hızlı bir başarı elde etmişti.
Deborah Smith’in çevirisini eleştirenler oldu fakat mesele temsiliyet değil. Çevirinin güzelliklerinden biri de metinlerin eleştirilebilir, tekrar tekrar çevrilebilir olmasıdır.
Çeviri ilmi Tolstoy’un Anna Karenina’sının on farklı İngilizce çevirisi veya Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ının iki farklı çevirisinde olduğu gibi yeniden-çeviri örnekleriyle mütemadiyen zenginleşiyor.
Çeviri eylemi ve sanatı; sınırların aşılmasına müsaade edilmesini, hata yapılmasına müsaade edilmesini ve bilindik olmayanın çalkantılı çekimini hisseden ve avaz avaz çağrısını duyan herkes tarafından tekrarlanılmasına müsaade edilmesini gerektirir.
Böylesine bir özgürlüğün, yaratıcılığımızı parmaklıklar ardına gönderen kategorilerle kısıtlanması, hayal gücüne indirilen darbedir.
O halde bırakın da açsın binlerce çeviri çiçeği: Bu bildiğimiz haliyle çevirinin sonu değil, başlı başına bir başlangıç olacaktır.
Çeviren: Çağla Taşkın
Kaynak: The Conversation (11 Mart 2021)