Belki Bir Gün Uçarız adlı ilk kitabından ve çeşitli dergilerdeki yazılarından ismine aşina olduğumuz Aylin Balboa, yakın zamanda yine İletişim Yayınları’ndan bir kitap ile okuyucularına ulaştı. Ateş Sönene Kadar adlı bu kitabı, toplam dokuz öyküden oluşuyor. Kitabın adını da içindeki bir öyküden aldığını görüyoruz. Aile ilişkilerinden ölüme, yalnızlıktan hayatta daima beklemeye kadar birçok temayı ele almış yazar öykülerinde. Diğer öykülerden oldukça uzun olan “Ateş Sönene Kadar”, işlediği konu itibariyle eserin içinde oldukça baskın konumda. Bu öyküde güçlü iki kadını okuyoruz. Romanın ana kahramanı ve arkadaşı, kendilerine biçilmiş kadere boyun eğmeyen, dar hayatlarına sığamayan iki kadın. Aynı kasabada, birbirinden çok farklı ailelere sahip iki küçük kız çocuğuyken bile, ailelerinin geleceklerini onlar adına yazmaları konusunda tektipleştiklerini görüyoruz. Ailenin, insan için bir zincir hâline nasıl geldiğini okuyoruz aynı zamanda bu kadınların öyküsünde. Ancak toplumun cinsiyetlere yüklediği anlamlar öyle kuvvetlidir ki bu iki arkadaş, bulundukları dünyadan ancak birbirlerini cesaretlendirmeleri ile kurtulabileceklerinin farkındadırlar. Öykünün anlatıcısı da olan kadın, arkadaşı kadar cesaretli değildir. Öyle baskılanarak büyütülmüştür ki ailesinden kurtulmak bir yana bunun hayalini kurduğunda bile suçlu hisseder kendini. Annesiyle babasının ölmesi için dua eder. Ancak sonra, düşüncede bile olsa günah işlediğini düşünür, pişman olur. Arkadaşının yaşadıkları da oldukça ağırdır. Bu sayede kendilerine dikte edilenlere uymayacak itici gücü bulacaklardır ta içlerinde.

En çok da annelerine kızgındır bu kız çocukları. Kocalarının yaptığını göre göre susan, yok sayan bu anneler ayıplanmamak, dışlanmamak adına kendi kızlarını harcarlar. Toplumsal normlar gereği onlara düşen görev var olan kötü durumu örtmek, “Kol kırılır, yen içinde kalır”ı kanıtlamaktır. Bu bağlamda Kadınlar Dile Düşünce‘nin önsözünde yazanları hatırlamakta fayda var:
“Her şeyden önce, kadınlar hakkında ‘söz olması’, ‘laf çıkması’, erkekler için olduğundan hem çok daha kolay hem de daha yıpratıcıdır. ‘Dile düşmek’ deyiminin taşıdığı kirlenme, rezil olma, ahlaki düşkünlük çağrışımlarının kadınların hayatında özel bir yeri vardır, çünkü ataerkil ideolojiler kadınların varoluşunu mahremiyet, sessizlik, doğallık, gizem gibi kavramlarla tanımlayarak dil ötesi, daha doğrusu dil öncesi bir alana hapseder, kamusalın karşıtı olarak kurgular. Bu kurgu, kadınların sesleri, kimlikleri, bedenleri üzerinde uygulanan denetimin en önemli dayanaklarından biridir, çünkü kadınların kamusal alanda kendi varlıklarını görünür, duyulur kıldıkları her durumda, kendi doğalarına aykırı bir şey yapmakta oldukları, uygunsuz bir biçimde dikkat çekerek kendileri hakkındaki sözleri kışkırttıkları, örtülü tutularak saflığının korunması gereken bir varlığı açıp sergiledikleri için çirkinleşip rezil oldukları anlamına gelir.”[1]
Yazarın diğer öykülerinde de yine aile ilişkilerine, yalnızlığa ya da bir şeyi devamlı beklemeye odaklandığı görülüyor. Birbirine gönderme yaparak kurulan “Kargalar” ve “Yalnız” adlı öyküler bir yalnız kalma; “Nafile” baba-kız ilişkisi ve “Gelecek Seni Bekliyor” da neyi beklediğini bilmeden beklemenin, aslında bu durumdan bıkmışlığın anlatıldığı öyküler. Kitapta bunun dışında SEKA Kağıt Fabrikası’nın kapatılmasına da değinmiş yazar arka planda. “Kağıt üretimine ait akım şeması”nı gördüğümüz kapak ve SEKA Kağıt Fabrikası’na ithaf edilmiş kitap, “Nafile”yi okuyunca zihinde bütünleşiyor. Öte yandan, birkaç farklı örneğe rağmen öyküdeki karakterlerin çoğunun kadın olduğu göze çarpıyor. Genellikle de beklerken karşımıza çıkıyorlar. Kimisi kaderini değişmesini, kimisi giden sevgiliyi, kimisi de gelecek günleri… Bu noktada öykülerin sıralanışına da değinmek gerek. Çünkü başından itibaren kendini hissettiren bu bekleme hâli, son öyküye gelindiğinde artık bıkma noktasına ulaşmış izlenimi yaratıyor okuyucuda.
Yazarın üslubuna gelince, dili oldukça samimi hatta yazar çoğu yerde okuyucuyla konuşuyor gibi. Örneğin “Nafile”de peşin peşin uyarır: “Bunu bu noktada söylüyorum ki anlattıklarımın bir başarı hikayesi olmadığı hususunda anlaşalım.” (s. 66) “Yalnız”da ise “Kargalar”da bahsettiklerinden hareketle, “Az önce anlattığım hikaye çoğunlukla böyle gerçekleşmedi” (s. 47) diyerek bir öyküye alışık olmadığımız şekilde giriş yapar. Öykülerin sıralanışının bir bütünlük taşıması burada da karşımıza çıkıyor. Ayrıca, karakterlerin acıyı kahkahayla giderme yolunu seçmeleri de yazarın dili kullanması bakımından üstünde durulması gereken bir husus. Gülünce güçlenir sanki karakterler, dayanma gücü bulurlar kendilerinde. Olan bitenle mücadele yöntemidir bu onların ve yazarın üslubunda bunu açıkça görmek mümkün. Örneğin, “Ateş Sönene Kadar”da onca olan bitenden sonra hayatla dalga geçer gibidir iki kadın. “Az evvel yaptıklarımızı ve insanların suratlarının aldığı şekli anlata anlata gülmeye başladık sonra. Güneş batana kadar kıkırdaya kıkırdaya oturduk orada.” (s. 35) der anlatıcı. Onlar da öcünü böyle almaktadır belki de. Hayatta hepimizin karşısına bir şekilde çıkan acı olayları dramatikleştirmeden, canlı bir dille anlatmayı seçen Aylin Balboa, hayata karşı pasif duran değil mücadele eden insanların öykülerini sunuyor bu kitapta bizlere.
Nagihan Kahraman
[1] Sibel Irzık-Jale Parla, Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), s.7