Metin Oktay Parkı’ndayım, bu parkın adı daha önce Fatih Terim’di, önceden adı neydi acaba? Zaten kim hatırlıyor geçmişi. Mesela ben, eski hayatımı artık hiç hatırlamıyorum. Neler yapmaktan hoşlanırdım? Akşamları arkadaşlarımla dışarıda mı otururdum? Nerelere giderdim? İnanın hiç hatırlamıyorum. Sanki hayatım boyunca dünyaya bir maske altından bakmışım gibi hissediyorum bir süredir. Yaşadıklarım, hiç yaşanmamış gibi, çok acayip. Çarşamba günü 35’i de bitirdim, o da hiç yaşanmamış gibi geliyor. Geçen sene 35’e girdikten sonra pandemi ilan edilmişti. Orta yaş krizinin tam başlangıcında, hayatı, paraşütle uçurumdan mı atlasam diye düşünürken, tüm Mart ayı boyunca Beypazarı Sodası yıkamıştım. Bu muydu yani! Kabul etmiyorum, saygı da duymuyorum. Şimdi, elde olmadan yaşanmamış hayatları ne yapıyoruz? Duvara bir çizik mi atıyoruz? Yoksa o kısmı boş mu geçiyoruz? Üç mandal verip kaybolan yılları geri alabiliyor muyuz?

Neyse ki hava ısınmış, kara kışın sonuna geldik, hava döndü, cemreler düştü, yeşil erik de çıkar yakında, rakının keyfi şimdi başlayacak. Evde pencereler açılacak, hoş bir bahar rüzgarı perdeleri uçuracak, sokağın sesi evin sesine karışacak. Geleceğin hâlâ vaatkâr olması hem şaşırtıyor hem de sevindiriyor. İnsan her şeye rağmen gelecekten bir şeyler bekleyebiliyormuş, eh bu da fena değil. Zihnim içi, lüzumsuz melankoliye bürünmüş Radiohead parçaları gibi, biraz daha hayat dolu şeyler duymak istiyorum. Duygu frekansında arama yapıyorum. Çaprazımda tek başına oturan kumral saçlı, ela gözlü, çok hoş bir kadını fark ediyorum. Melodi değişiyor, Led Zeppelin çalıyor, iklim değişiyor, Akdeniz oluyor. Kendi zamansallığı içerisinde, kahvesini içip telefonuna bakıyor. Onun olduğu yöne kaçak bakışlar gönderiyorum, beni fark etmiyor haliyle. Bir ara gözbebeklerimiz eşleşiyor, kısacık hatta saliselik bir an -topun kaleye mi yoksa direğe mi çarpacağı kararsızlığı vaziyeti- ona doğru gülümsüyorum, yine karşılık gelmiyor. Ceplerimi karıştırıyorum, sahici bir bahanem yok. Sigaraya başlamadığıma çok pişman oluyorum, gerçi o da sigara içmiyor gibi görünüyor. İzmir’de buna benzer bir an yaşamıştım. Yazdı, güzeldi, arkadaşlarla Çeşme’ye gitmiş, böyle bir parkta oturuyorduk. Çaprazımızda oturan iki kız vardı. Laf nasıl açılır, muhabbet nasıl kurulur tam bilinmeyen zamanlardı. Cesaretimi toplamış, yanlarına gitmiş, kuruyemiş ve çekirdek ikram etmiş (evet, Ankaralıyım), kız da “Ben çiğdem…” demiş, ben repliğinin yerini şaşıran bir aktör gibi “Ben de Can” diye yanıt vermiş, sonra da kız kendi repliğini tamamlamıştı “Ben çiğdem sevmiyorum demek istemiştim” demişti. Rezil olmuş, yerin dibine girmiştim ama yaz rehaveti, hayatı ciddiye almama hali, durumu toparlamıştık. 20’li yaşlarda böyle durumlar kolay toparlanır da, 35’ten sonra biraz zor oluyor galiba. Kendimi ciddiyete davet ediyorum o yüzden. Zaten hayatta, birine ya dik açıyla denk gelirsin ya da teğet geçersin, öyledir yani bu işler. Her şey zamanını bekler. Bunu sözelciler bile bilir. Zihnim, penceresi açılmamış ve uzun saatler sigara içilmiş bir toplantı masasına dönüyor. Bu sırada, kumral saçlı kadın yerinden kalkıyor, kahveyi çöpe atıp yoluna gidiyor. O sırada, parkta tek başıma otururken yaşayabileceğim en güzel gidişlerden biri oluyor, deniz kenarında güneşin tüm kızıllığıyla batması gibi bir an. Anlık, kısa ama çok etkileyiciydi. Kimdi, adı neydi? Ne iş yapıyordu? Nelerden hoşlanırdı? Hiç bilemeyeceğim sanırım.

Can Öktemer

Kumral saçlının ardından yine bir başımayım. Etrafa bakınıyorum, çocuklar kaydıraktan kayıyorlar, her kaydırak sonrası ebeveynler, çocuğun ellerine dezenfektan sıkıyor. Hijyenik, yeni normal parklar. Canım sıkılıyor, parktan çıkıp 7. Cadde üzerinde yürümeye başlıyorum, yine birçok mekan kapanmış, yenileri açılmış, etrafı tanımakta zorlanıyorum. 35 yıldır bu kentten, bu semtten hiç ayrı yaşamadım. Hayatın kalıcılığı, rutine ve döngülere mi bağlıdır? İnsanı özgürleştiren, zihinsel yersiz yurtsuzluk mudur? Yoksa gezgincilik midir? Kant, mesela hayatında hep aynı istikamet üzerinde aynı saatlerde yürümüş. Rutinini, yazma ve okuma saatlerini büyük bir olay olmadıkça hiç bozmamış, yaşadığı yerden bile ayrılmamış. Bu katı rutini hayatı boyunca iki defa bozmuş: Birisi Rousseau’nun kitabı için diğeri de Fransız Devrimi sonrasında yayılan haberleri öğrenmek için. Kant her zamanki saatlerde ortalarda gözükmeyince ahali de bir hayli meraklanmış. Gözün belleğine, alışkanlıklara ve rutinlerin önemine ben de katılırım. Ankara da tam böyle bir kent; alışkanlıklara, sıkıcı denilebilecek kadar tutucu rutinlere ve tekrarlara sahip. Lakin bir süredir Ankara’dan, hikâyemden çok sıkıldım. Şehir alışkanlıklara, tesadüflere kapalı hale gelince, şehrin çekiciliği de gitti sanki. Kentin zamanı aşınınca geriye bir tek sıkılmak kalıyor galiba. Gerçi sıkılmak şehirlerden, topraklardan bağımsızdır. Sıkılmak bavul gibidir, en uzak yere bile gitseniz yanınızda taşıyabilirsiniz…

Şimdi simit sarayı, eskiden bar olan ve üniversitedeyken arkadaşlarımla sıklıkla oturduğumuz mekanın önüne geliyorum. 20’li yaşlardaki Can’a bakıyorum. Ne geçmişten ne gelecekten korkuyor. Olduğu gibi, takılıyor şimdinin içinde. Keyifle bira içiyor, arkadaşlarına takılıyor, arada telefonun kilidini açıyor SMS kontrolü yapıyor. Belli ki, birinden acele posta geliyor. Hayatın içinde olmanın tadını çıkarıyor. Avucumun ucundan zamanın kum taneleri kayıp kaldırıma düşüyor. Her bir tanede başka bir anı var. “Yaşamak ilerlemek değil ama geride bırakmak olabilir” demişti, en sevdiğim roman kahramanı Cemil. Ben de öyle düşünüyorum. Yoluma devam ediyorum, büyük bir giyim mağazasının önünden geçiyorum. Kapının girişinde, parkta gördüğüm kumral saçlıyla karşılaşıyorum. Maskenin ardından bile ela gözleri çok güzel gözüküyor. Parkta birbirimize teğet geçen göz bebeklerimiz burada pişti oluyor. Kısa bir bakışma anı yaşıyoruz ve yine farklı istikametlerden yolumuza devam ediyoruz. Kumral saçlı, hızla kalabalığın arasında kayboluyor. Arkasından bakakalıyorum, dünyanın en güzel gidişlerinden birine sahip. Onun ardından soru kümecikleriyle baş başa kalıyorum. Acaba burada mı oturuyordu? Yoksa basit bir tesadüf eseri mi yollarımız iki kere kesişti? Hepsi olabilirdi. Tesadüflere inanmalıyız, yoksa bu hayat cidden çekilmez. Kumral saçlıyla yolların başında karşılaşabilme ihtimalini sevmeye başlamıştım. Yürümeye kaldığım yerden devam ediyorum. 7. Cadde simitçi, kahveci ve dönerci istilası altında. Ara sokaklara sapıyorum. Büyülü Fener sinemasının önünden yoluma devam ediyorum. Yolun karşısından, maskesiz, asık suratlı, siyah pardösülü biri geliyor. Kendimi bir anda Kurtlar Vadisi dizisindeki ölüm sırasını bekleyip berbat bir şekilde ölen figüranlar gibi hissediyorum. Bir şey yapmam lazımdı, adam freni patlamış kamyon gibi üzerime geliyordu, seçeneklerim azdı, ya üzerine gidecektim ya da kendimi kaldırıma doğru atacaktım. Bomba patlamak üzereydi, ya mavi kabloyu ya kırmızı kabloyu kesecektim. Adam sosyal mesafe sınırlarını aşmak üzereyken akrobatik bir hareket yapıp yolun karşısına geçmeyi başarıyorum. Siyah pardösülü adam ters ters bakıp yolunda devam ediyor. Ben de kaldığım yerden eve doğru yürüyorum.

Apartmana doğru giriş yapıyorum. Komşu teyzeler dışarıya sandalye çekip sosyal mesafeli dedikodu yapıyorlar. İçlerinden biri beni fark edip “Maşallah, ne güzel kilo verdin öyle, çok iyi olmuş, hep böyle devam et. Kardeşim hiç kilo veremiyor” diyor. İnsan kendine bakınca, az biraz spor yapıp kilo verince, beğeni kitlesinin başka bir yaş grubu olacağını düşünüyor. Sanırım burada bir yanlış var. Teyzelerden gelen övgüleri kabul edip eve giriş yapıyorum. Paltomu ve maskemi asıyorum. Ellerimi yıkayıp mutfağa geçiyorum. Dolaptan rakı ve su şişesini çıkarıp üzeri çilingir yazılı bardağa dolduruyorum. Rakının, suyla kaynaştığı o eşsiz an… Güneş batmak üzere, rakıdan bir yudum alıp pencerenin yanına oturuyorum. Teoman’dan Sürpriz parçasını açıyorum. Telefondan haberlere göz gezdiriyorum: “Gençlerbirliği yine yenildi”, “DSÖ’den korkutan varyant açıklaması”, “Ekonomik kriz derinleşiyor”, “İktidardan muhalefete ağır sözler”. Haberler geçen ayın kötü bir tekrarı gibi. Memlekette zaman hiç ilerlemiyor. Ömrümüz şikayetle, kahır ederek geçiyor. Hep aynı şeylerden dertlenip duruyoruz. Hikayemizin gidişatından hiç şikayetçi değiliz. Bu iş cidden zor yonca… Rakının yarısına doğru gelirken kumral saçlı, karşı apartmana giriyor. Heyecanlanıyorum, yeni mi taşındı? Hep burada mıydı? Yollarımız, saatlerimiz mi kesişmedi hiç? Tesadüflere inanmayacaksak bu şehirde yaşamanın bir manası var mı? Artık kumral saçlıyla tanışabilmek için güçlü bir bahanem vardı. Bizimkiler’deki Cenap Bey gibi, camın kenarına yaklaşıp “Sana geldim Ankara” diyorum. Fonda Teoman devam ediyor…

Can Öktemer