Mehmet Günsür, Türk öykücülüğünün kendine özgü tarzıyla dikkat çeken isimlerinden biridir. 2003 yılında “İçeriye Bakan Kim?” kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandıktan bir yıl sonra vefat ettiği için yazı macerası kısa süreli olsa da öyküleriyle birçok yazarın beğenisini kazanır. Öyle ki çeşitli mecralarda yer alan en iyi öykü kitapları listelerinde “İçeriye Bakan Kim?” hep üst sıralarda bulunur.

Günsür’ün öykülerinde belli başlı özelliklerin dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Öncelikle öyküyü kurgulayış biçimine bakacak olursak, öykülerin genellikle iki (kimi zaman üç) düzlemde ilerlediğini görürüz. İlk düzlemde belli bir durum, an ya da izlenimi hikâyeleştiren yazar, diğer düzlemde bu hikâyeyle doğrudan ya da dolaylı yoldan ilgisi olan farklı bir “metin” tasarlar. Bu metin, kimi zaman bir mektup olur, kimi zaman bir rüya sahnesi. Bazen de farklı eserlerden aldığı bölümleri kullanan yazar, bu bölümleri çoğunlukla italik olarak kaleme alır ve böylece iki düzlemi birbirinden ayırmış olur. Bu yapısal özellik nedeniyle öykülerde belli bir “giriş-gelişme-sonuç” sıralaması takip edilemediği için düzlemleri oluşturan parçaları bir arada düşünmek ve buradan bir çıkarım yapmak gerekir. Dolayısıyla Günsür yorum yapması için okuruna boşluklar bırakan bir yazar olarak nitelenebilir.

Günsür öykücülüğünün ayırt edici diğer bir niteliği de Günsür’ün anlatıcı-yazar olarak kendi bakış açısını kurguya dâhil etmesidir. Birçok öyküsünde gerçek yaşamında tanıdığı insanları öykü karakteri olarak kullanmıştır. Bir yapbozun parçaları olarak görebileceğimiz öykülerinde Günsür’ün sevdiği yazarlar, dizeler, ressamlar ve resimlerle birlikte arkadaşları, ailesi ve çeşitli anıları da yapbozun parçalarını oluşturur. Seyhan Erözçelik’in de belirttiği gibi hikâyeler birbirine vurulduğunda, her şey birbirini tetikler.[1] Öykülerin tümünü bir arada ele aldığımızda yapbozu tamamlamış oluruz. Ayrıca otobiyografik unsurlar taşıdıkları için yazarın yaşam serüvenini de öykülerinden takip edebiliriz.

Değinmek istediğim son özellik ise, aynı zamanda ressam olan Günsür’ün ressamlıktan gelen görme duyusu dikkatinin kelime seçimlerini etkilemesidir. Renkleri ve renklerle örülmüş imgeleri sıkça kullanan Günsür’ün öyküleri genellikle renk değişimlerinin kolayca gözlemlenebileceği açık mekânlarda geçer. Bunların başında da deniz gelir. Günsür’ün öykülerinde deniz ve denizcilikle ilgili öğeler önemli bir yer kaplar. Kitabı okuduktan sonra anlayabileceğimiz gibi sık sık denize açılan yazar, çeşitli maceralar yaşamıştır.

Bu yazıda üzerinde duracağım “Kış ve Öfke”, buraya kadar kısaca sıralamaya çalıştığım-deniz tutkusu hariç- özellikleri içeren bir öykü. Yine iki düzlemin yer aldığı öyküde öncelikle kahraman anlatıcının gözünden aktarılan bir olaylar silsilesi var. İtalik yazıyla belirginleşen ikinci düzlemi ise Heinrich von Kleist’ın Michael Kohlhass isimli novellasından yapılmış alıntılar oluşturuyor. Öncelikle ilk düzleme bakalım. Bu düzlemin başında, yani öykünün giriş kısmında yaklaşık bir buçuk sayfalık bir “Büyük Cadde” (İstiklâl Caddesi) betimlemesi yapılmış. Anlatıcı-yazar burada geçmişi hatırlayarak hem kendi kişisel tarihine hem de caddenin geçmiş zamanlarına göndermede bulunuyor. Yeni caddenin bulvar gazeteleri satan müvezzilerden, sinema bileti satan karaborsacılardan arındırılmış olduğunu söylemesi, değişimi gözler önüne seren ayrıntılardan biri. Bu değişimin anlatıcıda memnuniyetsizlik yarattığı açık. Buradaki yaşama otuz beş yıldır tanık olduğunu belirten anlatıcı, okul yıllarını, duvarlara politik afişler astığı günleri hatırlıyor. En sonunda da kızıyla birlikte yaptıkları pazar yürüyüşlerini. Kendini “Boğaziçi köylüsü” olarak tanımlayan anlatıcı, gençliğinden yaşlılık günlerine kadar nice anı biriktirmiş Büyük Cadde’de. Giriş kısmındaki bu bilgiler, bizi Günsür’ün yaşamına götürdüğü için öykünün bu bölümünün otobiyografik unsurlar içerdiği söylenebilir.

Geçmişi anımsamayı bırakan yazar-anlatıcı, “an”a döndüğünde şehre inişlerinde ziyaret ettiği bir dükkâna uğrar. Eski kartpostallar, gravürler ve dergiler satan dükkân sahibi H. Özgülen, anlatıcıya 1960’larda Almanya’dan gönderilmiş bir mektup verir. Mektupta 1950’lerde bir çimento fabrikasının inşaatı sırasında çekilmiş 45 adet siyah beyaz fotoğraf vardır. Özgülen, bu fotoğraflarla ilgili kısa metinler yazmasını ister anlatıcıdan. Bunlardan yola çıkarak bir sergi ve kitap hazırlamak istemektedir. İçinde bir grev macerasının da yaşandığı bu fabrikanın hikâyesi anlatıcıyı cezbeder ve teklifi kabul eder. Öykünün ana omurgasını oluşturan kısım buradan sonra başlar. Orman kıyısında bulunan dört katlı evine gelen anlatıcı, metinleri yazmaya girişir. Bundan sonraki süreç, anlatıcının gündelik yaşamına ve yazma uğraşına odaklanır. Böylece hem karakteri daha yakından tanırız, hem de yaz(ama)ma sancısına ortak oluruz. Anlatıcının yazma sürecini etkileyen iki önemli olay gerçekleşir bu noktada. Birincisi bir domuz avı sırasında yaşananlar, ikincisi de eve gelen bir misafirle anlatıcı arasında geçenlerdir.

Öyküdeki av sahnesi, anlatıcının av merakını ortaya koyduğu kadar, bir canlıyı öldürmenin ruhunda yarattığı tahribatı da açığa çıkarır. Öyle ki hayvanın gözlerinin içine bakamaz. Ayrıca domuza son darbeyi vuracak kurşunu atmak yerine can çekişen hayvanı bıçağıyla öldürmek gibi tehlikeli bir işe girişir. Mehmet’in bu sahnede kendi hayatını tehlikeye atması onun kişiliğiyle ilgili önemli bir gösterendir. Eve gelen misafir ise, mektupları dükkân sahibine veren kişidir. Anlatıcının “Açık kumral, otuzlu yaşlarının sonunda, biraz dalgın bakan hoş ve sade bir kadın. Etkilendim” (s. 155) sözleriyle tanıttığı B. Ölçü’nün ziyareti öyküde önemli bir kırılma anı oluşturur. Bu sırada adının Mehmet olduğunu öğrendiğimiz anlatıcıyla B. Ölçü; birlikte yemek yer, sohbet eder ve kitap projesi üzerine konuşurlar. Sohbet, Rousseau’nun “Contrate Sociale”ına (Toplum Sözleşmesi) kadar gelir. Mehmet, kadının hoş sohbetinden ve entelektüel zevklerinden etkilenmiştir. Aşk ve cinsellik temalarının öne çıktığı Günsür öykülerinde böyle anlık yakınlaşmaların ve ilgilerin önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Burada kadının gelişi anlatıcı için bir umuttur. “Yeni bir insan, farklı bir hikâye, bu beyaz durgunlukta faydalı olabilirdi” (s. 153) diye düşünür.

Öykünün ikinci düzlemine gelirsek, Alman şair ve yazar Heinrich von Kleist’ın “kutsal kitap” olarak nitelediği Michael Kohlhass eserini dördüncü kez okuduğunu söyler anlatıcı. İki ayrı yerde uzun alıntılar yapar eserden. B. Ölçü ile kitaptan yola çıkarak erdem ve adalet kavramları üzerine konuşurlar. Michael Kohlhass adıyla ilk karşılaştığımız yer ise, öykünün başındaki Ece Ayhan epigrafıdır. Şairin Çok Eski Adıyladır kitabında geçen “1. Padişah Gözlü Oğlum’u açtığımda sormuşum; Michael Kohlhass nasıl yazılıyor?”dizeleri alınmıştır. Michael Kohlhass, bir at yetiştiricisinin Saksonya soyluları karşısındaki hak arama mücadelesini anlatır. Soyluların iki atına el koyması sonucunda isyan eden Kohlhass, ortalığı yakıp yıkarak düzene başkaldırır. 16. yüzyılda yaşanmış gerçek bir olay, Alman romantiklerinin en önemli temsilcilerinden biri olan Kleist tarafından yeniden yorumlanmıştır (1810). “O zamanlarda, az insanla hak aranabiliyor ve büyük intikamlar alınabiliyormuş” (s. 149) diyen Mehmet’in eserin özünü oluşturan adalet kavramının işleniş biçiminden etkilendiği açıktır. Aynı şekilde Ece Ayhan’ın da tarihi başat bir unsur konumuna getirdiği eserinde Michael Kohlhass’tan tarihî bir figür olarak yararlandığı görülür.

Michael Kohlhass’ın kurgu içindeki merkezi konumu öykünün sonuna dek sürer. Öykünün sonunda Mehmet’i tekrar ziyarete gelen B. Ölçü, kanser olduğunu söyler ve çantasından beresini çıkarıp sehpanın üzerine koyar. “İçinde küçük ama ağır, metal bir şey vardı, her neyse. Sesinden anladım” (s. 159) diyen anlatıcı, olay örgüsünü burada bitirse de yazar, öykünün sonuna eklediği bir notla sonu okuruna bırakır: “Yazarın notu: Bu hikâyenin sonunu yazmak isteyenlere, Heinrich von Kleist’ın yaşamöyküsünü bir yerlerden bulup okumalarını öneriyorum ve kararı kendilerine bırakıyorum” (s. 159). Daha önce de belirttiğim gibi Günsür’ün öyküleri genellikle belli bir “sonuca” ulaşmaz ancak yazar; burada farklı bir şey yaparak okurunu metin dışı bir alana, Kleist’ın yaşamöyküsüne gönderir. Böyle bir son, Günsür’ün “kutsal kitabı”na bir saygı duruşu olarak görülebileceği gibi, B. Ölçü’yle Mehmet arasında geçenlerin Kleist’ın sevgilisi Henriette Vogel’le yaşadıklarından ilhamla yazıldığı da düşünülebilir.

Mehmet Günsür (1987)

Peki Demir Özlü’nün “Berlin’de Bir Sanrı”sına esin veren, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanının bir sahnesinde değindiği bu aşk ilişkisi[2] nasıl sonlanmıştır? Henriette Vogel, amansız bir hastalığa yakalanır ve kurtulamayacağını anlayınca sevgilisinden kendisini öldürmesini ister. Hayatı boyunca ölüm fikrine uzak durmayan Kleist ise buna karşılık olarak birlikte intihar etmeyi teklif eder. İki sevgili 21 Kasım 1881 tarihinde, Berlin’deki Kleiner Wannsee gölünün kıyısında ölüme giderler. Kleist, Vogel’i göğsünden vurmuş, ardından da tetiği kendine çekmiştir. Kleist 34 yaşındadır, Henriette ise 31. Bu bilgilerin ışığında, “Kış ve Öfke”nin sonunu tamamlayabiliriz okur olarak.

İntihar mektubunda “Asıl mesele şu ki: Bana bu gezegende hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı” diyen Kleist’ın ruh hâliyle “Kış ve Öfke”nin kahramanı Mehmet’in hissettikleri arasında da bağ kurulabilir. Mehmet, fotoğraflarla ilgili yazıları yazmaya uğraşırken nasıl çabaladığını bir yerde şöyle ifade eder: “Dört katlı evin bütün odalarını ve koridorlarını defalarca gezerek ve çok yüksek seste Nick Cave dinleyerek, şöminede yüzlerce kilo meşe yakarak, günde en fazla dört saat uyku uyuyup çeşitli sakinleştiriciler ve şişelerce şarap içerek, anlam veremediğim -ama hatırladığım- manik bir gerilim yaşıyordum. Daha bir satır bile yazamamıştım” (s. 150). Bu sözlerden anlaşıldığı gibi anlatıcının sakinleştiricilere ve içkiye ihtiyacı vardır. Bu ruh hâlinin nedenini tam olarak anlayamasak bile anlatıcının kendini ele veren cümlelerinden yola çıkarak çıkarımda bulunabiliriz. Tıpkı çok sevdiği Kleist gibi bu dünyadaki yerini yadırgadığını söyleyebileceğimiz Mehmet, umutsuzluktan kaçış için çeşitli yollar (ilaç, alkol, yazı, kadın) arar. Daha önce sözünü ettiğim av sahnesini de bu bağlamda düşünebiliriz. Av merakı da Mehmet için bir kaçış imkânıdır ancak domuz avı da onu tatmin etmeyecek, hatta alkolden uzaklaşması için lithium kürüne başlamasına neden olacaktır.

Öykünün adına gelecek olursak, Günsür’ün kış mevsimini sevdiğini ve birkaç öyküsünde kış manzaralarını betimlediğini tespit edebiliriz. Arkadaşına ait evde izole bir hayat süren Mehmet, karda orman yürüyüşlerine çıkar. Mevsimin kış olması, yalnızlıktan hoşlanan anlatıcının bulunduğu ortamla uzaktaki insanlar arasına bir mesafe koymasını da sağlar. Karla birlikte öyküde dingin bir atmosfer yaratılır: “Kar yağarken, özellikle geceleri, bahçenin ışıklarını yaktığımda çok güzel görünüyordu. Kardan heykeller yaptım bir gün. Çizgi roman yaratıklarına benzeyen değişik şeyler oldu, eriyerek ve sonra yeniden kar tutarak her gün değişen tuhaf şekiller” (s. 152). Anlatıcı bu ortama rağmen -öyküye de adını veren- içindeki öfkeyi dindirmeye çalışır. “Öfke” kelimesine diğer öykülerde de rastlarız. Sözgelimi “Harika Çocuk”lar öyküsündeki karakter, öfkesini bir şeyler yapmak için kullandığını söyler. Bu öfke içe dönük olduğundan yıkıcı bir etki bırakmaz genellikle. Yani deniz dalgalansa da sonunda durulur Günsür öykülerinde. Bu yüzden insana ferahlık veren bir havası vardır öykülerin. Füsun Akatlı’nın vurguladığı gibi; “sadeliği, yalınlığı, yoğunluğuyla içe işleyen, zenginliği ayrıntılardan ayıklayıp biriktiren, kısacık sözüne iskandil atıldığında derinlikler yakalanan, şiir suyuna batmış öyküler”[3]dir bunlar. Nitekim B. Ölçü’nün eve geliş gidişleriyle birlikte Mehmet’le aralarındaki samimiyet biraz daha artarken mevsim de yavaş yavaş bahara dönmeye başlamıştır. Proje için yazı yazamayacağını anlayan Mehmet, yazmaktan vazgeçer.

“İçeriye Bakan Kim?”, Günsür’ün az sayıda bastırıp etrafındakilere dağıttığı ilk öykü kitabı Caique’ye (ilk baskı Oğlak Yayıncılık, 1995) dört yeni öykünün eklenmesiyle oluşturulmuş. “Kış ve Öfke” ise “İçeriye Bakan Kim?”in yazarın ölümünden sonra yapılan baskısında (Can Yayınları, 2006) “Annemin hatıralarında ben neden yokum?” isimli metinle birlikte “Sonrakiler” başlığı altında okura sunulmuş. Yani yazarın son öykülerinden biri bu. “Coğrafya” öyküsünde, yazma anlayışını özetleyecek bir şekilde, “Bana öyle bir cümle söyle ki, peşine bir metin kurabileyim” (s. 57) diyen Günsür, “Kış ve Öfke”yi sevdiği bir yazardan aldığı cümlelerle kurmuştur. Belki de çıkış noktası Ece Ayhan’ın dizeleridir. Her ne olursa olsun, dışarıya değil de, kendi içlerine bakan insanların hikâyelerini anlatmayı seven Günsür, Ferit Edgü’nün dediği gibi “baktığı, anlattığı her insanda, bir dünyanın saklı olduğunu sezer ve sezdirir”.[4] İşte bu seziş, onun öykülerinin başka yazarlarınkine pek benzemeyen bir yapıya kavuşmasını sağlar.

Yazının başında da belirttiğim üzere Mehmet Günsür, kendisinden sonra gelen birçok öykü yazarını etkilemiştir. Ancak günümüz okuruna pek ulaşamadığı gibi öykücülüğü hakkında çok az konuşulduğunu, yazıldığını da eklemek gerek. İçeriye bakmak, yüzleşmesi zor bir eylem olsa da Günsür; okurunu ve eleştirmenini bekliyor.

Sibel Yılmaz

Yazıdaki tüm alıntılar şu kitaba aittir: Mehmet Günsür, “İçeriye Bakan Kim?” Everest Yayınları, İstanbul, 2018.


[1] Seyhan Erözçelik, “Günsür ya da Memo.”, (İçeriye Bakan Kim? içinde) s. 199

[2] Ayrıntılı bilgi için şu yazıya bakılabilir.

[3] Füsun Akatlı, “İçeriye Bakan O İdi” (İçeriye Bakan Kim? içinde), s. 208

[4] Ferit Edgü, “Yazarını Bulan Ödül”, (İçeriye Bakan Kim? içinde) s. 218-219