Fakir Baykurt, Sevgi Soysal, Ahmet Hamdi Tanpınar adına düzenlenen öykü yarışmalarında aldığı ödüllerle ve bugüne dek dergilerde yayımlanan öyküleriyle ismini duyuran Başak Baysallı şimdilerde “Fresko Apartmanı” adlı öykü kitabıyla okurun karşısında. Eylül 2020’de Everest Yayınları tarafından yayımlanan kitabın geçtiğimiz günlerde 2. baskısı yapıldı. “Fresko Apartmanı” dergilerde yayımlanmış ya da ödül almış öykülerin bir araya getirildiği bir kitap değil. Bu, yazarın daha önce herhangi bir yerde yayımlanmamış öykülerinden oluşan ayrı bir kitap. Biz de Başak Baysallı ile bir araya gelerek kitabın yazılış sürecinden öykülerdeki imgelere kadar pek çok şeyi konuştuk.

Zeynep Duru Aygüven

Edebiyatın farklı türlerinin bir araya gelebileceğini, birbirinden etkilenebileceğini gösteren bir kitap yazdınız. Kitaptaki öykülerin birbirini tamamlaması baştan tasarladığınız bir durum muydu, yoksa bu fikir yazma sürecinde mi şekillendi?

Bunu önceden tasarlamıştım. Ben genellikle böyle çalışıyorum. Ele alacağım hikâyenin iskeletini hazırlıyorum önce. Çoğu zaman -bu tek öykü için de böyle bir kitap için de- nasıl başlayacağımı, nasıl ilerleyeceğimi ve metni nasıl sonlandıracağımı belirleyerek geçiyorum masanın başına. Hiç düşünmediğim ayrıntıları süreç içinde ekliyorum ya da bazılarını değiştiriyorum, ama iskelet hiç bozulmuyor. Yazma süreci boyunca, zihnimde beliren ilk resme ulaşmaya çalışıyorum. Fresko Apartmanı aklıma düştüğünde bu apartmanın dairelerindeki insanların hikâyelerinin de birbirine bağlanacağı belliydi.

Ali Turhan’ın düşüncelerini özgürce dile getirememesinden duyduğu huzursuzluk, Bora’nın resme olan tutkusu, Ani’nin ve Kirkor’un yaşamında İtalyan Lisesi’nin etkisi… Bu karakterlerin hepsi sizden parçalar taşıyor mu? Yazar ve yazdıkları birbirini ne kadar yansıtır?

Taşımıyor diyemem, muhakkak taşıyordur. Her şeyden önce dert edindiğim meseleler üzerine yazıyorum. Herkes gibi… Ali Turhan’ı yaratırken düşüncelerini dile getirdiği için sürgün edilmiş, cezaevine gönderilmiş, sokak ortasında güpegündüz vurulmuş gazetecileri, yazarları düşündüm hep. Yalnızca Ali Turhan değil, onlar da benimleydi. Bora’nın tutkusuna gelince… Resim, edebiyattan sonra en çok ilgilendiğim sanat dalı. Bir resmin nasıl yapıldığını ve bize ne söylediğini hep merak ettim. Tuval’de bir resmin yaratılış sürecini anlamaya çalıştım. Resim yapamasam da ışığı, gölgeleri ve renkleri sözcüklerle anlatabilirdim, buradan yola çıktım. Kitapta yolu İtalyan Lisesi’nden geçen karakterler var, onlar da sanırım benden izler taşıyor. Yazarın, yazdıklarına kendini yansıtması kaçınılmazdır; ancak bu, kendini anlatmaya, sürekli kendi yaşamından dem vurmaya dönüşmemelidir bana kalırsa. Yazar, her şeyden önce bir başkası olabilmelidir, bir başkasının yerine geçerek onun sesiyle düşünebilmelidir; yarattığı karaktere kendi izlerini bıraksa da onu asla yazarın kendisine dönüştürmemelidir.

Karakterlerin hikâyeleri de hayatın kendisi gibi henüz tamamlanmıyor. Kitapta bir sonuçtan çok, karakterlerin nasıl bir süreçten geçtiğini görüyoruz. Bunu sağlayan öykünün tür özelliği midir sizce?

Ben türlerin özelliklerini, sınırlarını sürekli göz önünde bulundurarak yazmıyorum. Evet, bunları bilmek ve birbirinden ayırt edebilmek gerekli; ancak bu özellikler esnetilemez kalıplara, aşılamaz kurallara da dönüştürülmemeli. Kitaptaki öyküleri oluştururken karakterleri o andaki halleriyle ele almak istedim. Rüya’nın eteği teyellerken içinden geçenleri, Nadia’nın aynanın karşısındaki halini, çaresizce odada dört dönen Ali Turhan’ı, ölüme adım adım yaklaşırken hâlâ likör yapma derdinde olan Ani’yi… Hepsini andaki görünüşleriyle yazmak istedim. Görünüp kaybolsunlar, sonra tekrar görünsünler dedim. Etek, güzel olacak mı; Nadia sahnede rolün hakkını verecek mi, Ali Turhan’ın başına neler gelecek gibi soruları yanıtlamak istemedim. Bunlara bir yanıt verseydim, yani öyküler kesin bir sona ulaşsaydı bu kitap, farklı bir kitap olurdu. Hayatta hep bir amaca ulaşmaya çalışıyoruz, sonlar çok önemli bizim için. Unuttuğumuz bir şey var ki o da yaşamanın bazen yalnızca tomurcuğa durmuş bir ağacı seyredebilmek kadar yalın olduğu. Fresko Apartmanı’nda karakterlerin hayatından birer kesit sunarken yaşamdaki yalınlığı da anlatmak istedim. Öte yandan merak duygusunu baskın kılmak ve kurguyu hareketlendirmek için adım adım çözülen bir sır yerleştirdim metne. Böyle bakınca tamamlanmamış gibi görünen öyküler ana kurgunun sona ulaşmasında etkili oldu.

Kitap, Fresko Apartmanı’na can veriyor, karakterleri mekânla bir arada tutuyor. Fresko da bu açıdan bir karakter sayılabilir mi? Biz de kitabı bitirdiğimizde, tüm öğrendiklerimiz ve hissettiklerimizle Fresko’ya benziyoruz sanki.

Ben Fresko’yu bir karakter gibi ele almaya çalıştım. Apartmanın toprağa sıkı sıkı tutunmasıyla, tanık olduğu olaylarla, merdiven boşluğuna hapsettiği seslerle, camlardaki vitrayla ya da görkemli demir kapısıyla hem şehirde hem içinde yaşayanlarda hem de okurda bir iz bırakmasını amaçladım. Bunu biraz olsun gerçekleştirebildiysem çok sevinirim. Fresko, apartman sakinlerinin iyileştiği; dostluğu, sevgiyi, aşkı bulduğu yer. Fresko, onlar için bir sığınak ve sanırım bu sığınağın iyileştirici gücünden oraya yolu düşen herkes payını alıyor. Kitabı yazan da okuyan da…

Öykülerdeki karakterler bazen kendi kendilerine konuşuyor, onların cümlelerinde biz de iç sesimizi duyuyoruz sanki. Onlar üç nokta ile belirtilen yerlerde duraksarken biz de duraksıyoruz. Bu etkiyi nasıl sağladınız?

İç sesler karakterlerin hesaplaşmalarını, tutkularını, açmazlarını, aslında iç dünyanın tümünü yansıtabilmek için kolaylık sağlıyor. Kimseyle konuşulamayan, orada dile geliyor. Karakter, iç seslerle daha da görünür oluyor. Onun yaşamına tanıklık ederken sesini de duymuş oluyoruz ve haklısınız bir süre sonra biz de ona eşlik etmeye başlıyoruz. Kısa, ahenkli cümleler ve tekrarlarla ritmi gözeterek yazmaya çalıştım. Dursuz duraksız akıp gitsin istedim cümleler. İç seslerin gerçeğe olabildiğince yakın olmasına gayret ettim.

Yemek masası, mezeler, beraber atılan kahkahalar… Bu birliktelik anlarını bugün çok özlüyoruz, sizin de böyle anlara özlem duyduğunuzu hissediyoruz. “Veda” adlı öyküdeki akşam yemeği sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?

Farklılıklara rağmen aynı masada buluşabilmek; anlayışın, sevginin ve dostluğun her şeyin ötesinde olduğunu kabul etmek demek. Kötülüğün karşısında iyiliği yüceltmek… Kirkor’un sırrıyla vedalaştığı o akşam yemeği, yaşanan onca acıya rağmen hayatta kalabilmenin ve umudun simgesi belki de…

Kitabın sonuna geldiğimizde farklı bir bölüm bizi karşılıyor. Bir tiyatro oyununda son sözü dinliyoruz hissini veren “Tahta Bavul” adlı öyküyü gerçekten en son mu yazdınız?

Buna değinmenize çok sevindim, çünkü ben öyküleri tek tek oluştururken ve onları birbirine bağlarken karakterleri tiyatro sahnesinde hayal ettim hep. Her bir öykü başka bir sahneydi ve asıl hikâye ayrı ayrı bölümleri kapsayan tek sahnede gizliydi. Haliyle düğüm de sonda çözülsün istedim. Böyle bakıldığında evet, Tahta Bavul’da Defne’nin son sözü söyleyen bir oyuncu gibi göründüğünü söyleyebiliriz. Ama ilginç bir şekilde Tahta Bavul’un giriş paragrafı, kitap için yazdığım ilk cümlelerdi. Kitap çıktıktan sonra, geçmişte aldığım notlara göz atarken fark ettim bunu. 2017’de, hikâyenin ana imgesi zihnimde belirdiğinde yazdığım cümleler sonradan Tahta Bavul’da yer buldu kendine.

Başak Baysallı

Apartmana ismini veren “Fresko”yu seçerken nereden esinlendiniz? Bu isim hangi anlamları taşıyor? İtalyancadaki “fresco” sözcüğü ile bir ilgisi var mı?

Fresko, İstanbul’un tarihi yapılarında karşıma çıkan bir isimdi. 1930’lu yılların gazete arşivlerini tararken de rastlamıştım ona. Aklımın bir köşesinde yer etti. Kaybolmaya yüz tutmuş bu ismi, şehirden silinenlerin simgesi olarak yeniden canlandırmak istedim. Bir yandan da kelimenin İtalyancadaki anlamı -tazelik, serinlik, yenilik anlamlarına geliyor- kitaptaki diğer anlamlarla örtüştü. Fresko’nun Napoli’den gelen Defne’nin hikâyesine de apartmanın hikâyesine de tüm bu anlamlarla katkı sunacağını düşündüm. Kelimenin yine İtalyancadaki “affresco” kelimesini çağrıştırması da hoşuma gitmişti. Türkçe karşılığı “fresk” olan ve kireç suyunda eritilmiş madeni boyalarla, yeni sıvanmış ıslak bir duvar yüzeyine resim yapma tekniğini ifade eden “affresco” ile kitaptaki tekniğe de göndermede bulunmak istedim.

Kitap boyunca İstanbul’u, Boğaz’ı, terastan görülen o büyüleyici manzarayı okura hatırlatmayı hiç unutmuyorsunuz. İstanbul’u, İstanbul’dayken mi anlattınız? Eğer öyle değilse bu mesafe, yazma eyleminde nasıl bir rol oynadı?

İstanbul, kıyıda köşede kalmış tüm güzellikleriyle beni ilk günden beri büyülemeye devam ediyor. İstanbul’u doya doya seyretmeyi de ondan söz etmeyi de çok seviyorum. Kitabın hikâyesi ve karakterler, İstanbul’da yaşarken ve şehrin sokaklarını dolaşırken zihnimde belirse de kitabı Londra’dayken yazdım.

İstanbul, burnumda tüterken… Mesafe, beraberinde özlem duygusunu getiriyor en çok. Şimdi kitaba baktığımda bu özlemin bazı cümlelerde kendini belli ettiğini görüyorum. Londra’da kitabı tamamladığım günlerde orada yaşamamaya ve İstanbul’a dönmeye karar verdim. Bu hasrete dayanamadım. Belki de Fresko Apartmanı’nı İstanbul’da yazsaydım -yazacaktım şüphesiz- kitap, başka bir kitap olacaktı. O zaman İstanbul, gözüme başka türlü görünecekti belki de, kim bilir?

“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak,” cümlesiyle sona eriyor kitap. Bu cümle, sanki yeni bir başlangıcın habercisi. Kitabın bu cümleyle gerçekten sona erdiğini söyleyebilir miyiz? Öte yandan kitap bitse de karakterler bizimle yaşamaya devam ediyor gibi. Peki, yollarımız onlarla başka hikâyelerde tekrar kesişecek mi? Gelecekte bu karakterlerle yeniden karşılaşacak mıyız?

Fresko Apartmanı’nı üçlemenin bir parçası olarak tasarladım. Kitabı yazma sürecinde de bunu hep göz önünde bulundurdum. Karakterlerin geçmişini başka bir kitapta ele almak istiyorum; burada 1940-1955 yılları arasındaki İstanbul’u, Fresko Apartmanı’nda adı geçen ama hiç görünmeyen Eleni’yi merkeze alarak yazmaya niyetliyim. Bir de “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ise nasıl olacak? Bu sorunun yanıtını da Defne’nin yaşamını ve Napoli’deki göç hikâyelerini merkeze koyarak vermek istiyorum. Haliyle onlar uzun bir süre daha benimle olacak ve okurun karşısına başka hikâyelerde yeniden çıkacaklar.