Canan Sancak

61 kilometre hızla giden Audi marka, kırmızı bir otomobilin içindeyim. Burası İstanbul, Birinci Köprü ve sol şerit. Ekrandaki saat 07:11’i gösteriyor. KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ. Direksiyonun üzerindeki halkalar Olimpiyat bayrağının halkalarına dönüşüyor. Tuhaf. Senelerdir bu arabayı kullanıyor, bu benzerliği ancak bu sabah fark ediyorum. AVRUPA KITASINA HOŞ GELDİNİZ. Zamanda geriye gidiyorum.

2004, Atina. Pasaport kontrolünde önümdeki sıradasın. Saçlarına bakıyorum. Yana doğru taranmış, ince telli, başak sarısı. Bana dönüp şöyle söylüyorsun: Hava çok sıcak, öyle değil mi? Atina Havalimanı’nda bana söylediğin ilk şey bu. Sıradışı bir soru olduğu söylenemez. Ceketini çıkarmak işe yarayabilir diyorum; çünkü fermuar boğazına kadar çekili. Tavsiyeme uyuyorsun. Fakat bir sorun var. Tişörtün lekeli. Bu beni şaşırtmıyor. Çünkü emin olduğum tek şey şu: Biraz sakar birisin. İsmin, şehrin ve madalyaların hariç hakkında henüz hiçbir şey bilmiyorum. Bol buzlu içecekleri ve sebze yemeklerini sevdiğini henüz söylemedin. Ayak bileğindeki dağ dövmesini de görmedim henüz. Tişörtün diyorum. Öyle lekeli ki, kurumuş uçak kahvesi yüzünden ülkenin adı güçlükle okunuyor. Hepimizin eşofman takımlarında ülkelerimizin isimleri yazıyor. Kendi başka ülkelerimizin. Bizler, Atina Havalimanı’nda yürüyen bir dünya haritasıyız. Dağınık ve parçalı. O yıl ve orada, iki akşam sonra bana yaşamından söz edeceksin. Ve elbette, ben de sana biraz kendiminkinden. Hiçbir şey tek taraflı değildir, hiçbir zaman. ON KİLOMETRE DÜZ DEVAM EDİN.

2002, Hamburg. Nike marka eşorfmanında domates lekeleri var. Olimpiyat yarışlarının son günü. Lobideki restoranda, kalabalık bir grubun içindeyiz. Yarışlar bitmiş, basın gitmiş, otel neredeyse boş. Üç katlı bir hamburger sipariş ediyorum. Yediğim en lezzetli hamburger bu. Aslında bu konuda uzman sayılmam, hayatım boyunca dört-beş kez hamburger yemişimdir. Sen büyük boy buzlu kola içiyorsun; ne yediğini hatırlamıyorum. Hava çok sıcak, diyorsun İngiliz antrenör ve İtalyan yüzücü gülüyor. Çünkü sana, benim için bir yabancı olan sana, şöyle söylüyorum: Belki de kış olimpiyatlarına katılmalısın. Taşlar kadar serin, sakin gözlerinle ilk kez gözlerime bakıyor ve beni yanıtlıyorsun: Ben bir bisikletçiyim, buz pateni yapmıyorum.

2000, Madrid. Seni uzaktan görüyorum. Kırmızı, uzun etekli spikerin uzattığı mikrofona konuşuyorsun. Saçlarını geriye doğru taramışsın. Yüzünün yalnız yarısını görebiliyorum. Yüzünün yarısı yorgun ve gururlu. Çünkü o gün, boynunda saçlarınla aynı renk bir madalya taşıyorsun. Henüz isminin nasıl okunduğunu bilmiyorum. İşte bu, seni ilk görüşüm, yabancı. Böyle uzaktan, böyle ışıklı.

2004, yeniden Atina. Hayatım boyunca kazandığım o tek gümüş madalyayla otele döndüm ve derin bir uykuya daldım. Beni uyandıran şey telefon sesi oldu. Dört kat yukardaki odandan arıyordun. Telefon kablosu parmaklarıma dolandı, beyaz çarşaflı yatağımda doğruldum ve teklifini kabul ettim. Beni gümüş rengi balıkların kızardığı bir restorana götürdün, kutlama için. Hiç ekmek yemedin, kalamarları bitirmeme de izin verdin. Gökte tek bir yıldız bile yoktu ve sen dağlardan söz etmeye başladın. İki dağcının Kilimanjaro tırmanışı sırasında tanıştığını; çünkü kadının ikinci kampta ayakkabısını kaybettiğini ve adamın da kayıp ayakkabıyı bulup getirdiğini ancak yanlış giydirdiğini söyledin. Kadın, buna rağmen onunla evlenmişti. Bu, senin hikayendi çünkü annen ve baban, iki Belçikalı, Tanzanya’da bir dağda işte böyle tanışmıştı. Afrika’daki o dağ olmasaydı sen nasıl doğardın? HAFİFÇE SOLDAN DEVAM EDİN. Yemekten sonra bana Brüj’deki köprülerin isimlerini öğretmiş ve bisikletlerden başka en iyi bildiğin şeyin Avrupa mimarisi olduğunu söylemiştin; çünkü babanın mimarlık şirketi vardı ve kardeşlerin onun izinden gitmişti. Bu yüzden kalabalık aile yemeklerinde binalardan başka şey konuşulmazdı. Kalabalık masalar ve güçlü aile bağları, oysa ben bu ikisinin ne anlama geldiğini hala bilmiyorum. Orada, Atina’da bir balıkçıda sana kendi hikâyemi anlattım. Hatırlıyor musun? Sonra sen, garsona kredi kartını uzatmış, karşılığında aldığın fişin arkasına bir elektronik posta adresi yazmıştın. Ellerin mermer heykellerin elleriydi. O akşam karanlıkta hiç konuşmadan Zeus Tapınağı’na yürümüş ve otele taksiyle dönmüştük. O fişi çok uzun zaman cüzdanımda sakladım. ÜÇÜNCÜ ÇIKIŞTAN SAĞA DÖNÜN. Sonra kaybettim onu, çünkü Galata Köprüsü’nde sırt çantam çalındı bir akşamüstü. Dalgındım, benim suçum.

Biliyorsun Martin, seni en son internetteki haber sayfalarında gördüm. Oradan bütün dünyaya o aynı taşlar kadar serin, sakin gözlerle bakmaktaydın. Kanlar içindeydin. Saçların, boynun, ellerin… Gömleğin bu kez… kan damlaları içindeydi. Sağ kaldın, yalnızca sol elinin bazı parmaklarını kaybettin. Ve o kayıp parmaklar yüzünden seni başka hiçbir yarışta görmedim. Kaskın, gözlüğün, bisikletin artık yoktu, Martin. Seni aramak istedim, numaranı bulmak mesele değildi fakat ne söylemek mümkündü ki? Ben sözcüklerden korkarım. Bir de önemli telefon konuşmalarından… Ben korkak bir kadınım Martin.

Hız ibresi 88’i gösteriyor. 25 KİLOMETRE DÜZ DEVAM EDİN. Yarım depo yakıtım kaldı. Bana yazdığın elektronik mektuplarından birinde yalnızca üç parmak, diyordun, bir hiç; bacaklarını, yüzünü, gözlerini yitirme ihtimalinin yanında bir hiç. Eksik parmaklı elimi cebime koyduğumda hiçbir şey anlaşılmıyor. Saklaması da öyle kolay ki… Hem, dondurucu kış aylarında tek eldiven senin için yeterliydi.Ne zamandı? Sana Brüj’ün bisikletlerini ve köprülerini görmek için geleceğime söz vermiştim. Çikolata tadımına gidecek, kuğuları besleyecek, Ortaçağ şatolarının bahçelerinde belki hiç konuşmadan yürüyecektik. Fakat doğru hatırlıyorsun, gelmedim. Evlendim. Yazdığın o uzun, elektronik tebrik mektubunu hiç silmedim. Antrenmanlarda, uçak yolculuklarında, otel odalarında uzun ve aralıklarla düşündüm seni. Kızım bu yaz altı yaşına girdi ve artık evli değilim. Artık haftanın yedi günü koşmuyorum. Özel durumlar hariç sabahları erken uyanmıyorum. Şekerli şeylere ve kremalı tatlılara bayılıyorum. Biraz kilo aldım, saçlarımı uzattım. Spor malzemeleri satan bir mağazam var. Gerçek hayat böyle bir şey mi?

Kırmızı ışık. Telefonumun ekranında ismin yazıyor. Öyleyse uçağın inmiş olmalı, Martin. ALTI KİLOMETRE SONRA SOLA DÖNÜN. Yandex uygulamasından çıkıp mesajını açıyorum. Aklım, sözcüklerini anadilime çeviriyor. 21. peron, gelen yolcu katı, dış hatlar. Altın madalyayı alamayacak kadar yavaştım, bütün dünya biliyor bunu. Kötü bir atlet değildim ama en iyisi de olamadım. Bir kere bile. Fakat bu sabahki yavaşlığımın sebebi topuklu ayakkabılar, inan bana. Seni yanıtlıyorum: Yalnızca on dakika. Yeşil ışık. Gaz pedalına çok güçlü basıyorum. Sağ bacağımdaki bütün kaslarla. Çantamda ıslak mendil var, üstüne bir şey dökersin diye, geçen hafta evime yakın bir marketten senin için aldım. Silecekleri çalıştırıyorum. İSTANBUL HAVALİMANI’NA HOŞ GELDİNİZ. Şanslı günün; soğuk ve yağmurlu bir İstanbul sabahı olacak. Pişmanım, seni daha hızlı sevmeliydim Martin. Tüm dünya biliyor bunu: Ben kaplumbağanın tekiyim.

Canan Sancak