İsveç Akademisi’nin 2020 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer gördüğü Louise Glück, salgından dolayı tören yapılmadığı için ödülünü evinde kabul etti. Şairin ödül konuşmasını Esril Bayrak çevirisiyle sunuyoruz.

Beş altı yaşlarında küçük bir çocukken, kafamın içinde dünyadaki en harika şiirin hangisi olduğuna dair bir yarışma, bir müsabaka kurgulamıştım. Bu yarışmanın iki finalisti vardı: William Blake’in “The Little Black Boy” (Küçük Siyah Çocuk) ve Stephen Foster’ın “Swaane River” (Swanee Irmağı) şiirleri. Büyükannemin Long Island, Cedarhusrst’de bulunan evindeki yatak odasını bir aşağı bir yukarı arşınlarken, kafamın içinde hem Blake’in o unutulmaz şiirini hem de Foster’ın akıldan kolay kolay silinmeyen, insanı harap eden şarkısını ezberimden okuyor, düşüncelerimde mırıldanıyordum. Blake’i okumaya nasıl başladığım tam anlamıyla bir gizem. Sanırsam, ailemin evinde romanların, tarih ve politika üzerine olan alelade kitapların yanı sıra birkaç tane de şiir antolojisi bulunmaktaydı. Fakat ben, Blake’i büyükannemin eviyle ilişkilendiriyorum. Büyükannem kitap okumayı seven bir kadın değildi. Yine de hatırladığım kadarıyla, evinde Blake’in Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları ile Shakespeare’nin oyunlarından alınma birkaç dizenin bulunduğu minik bir kitap vardı. Özellikle Cymbeline oyunundan alınmış dizeleri bir hayli sevmiştim, tek bir kelimesini bile anladığımdan değil fakat fazlasıyla utangaç ve korku dolu bir çocuk olan ben için nefes kesici üslubunu, kâfiyelerini ve kulakta çınlayan buyruklarını işitebildiğimden. “Mezarına herkes saygı duysun.”[1] Ben de öyle umut ediyordum.
Birilerini onurlandırmak ve büyük ödüller takdim etmek adına yapılan bu türden müsabakalar bana olağan gelirdi; okuduğum ilk yazılı anlatılar olan mitler bu tarz onurlandırmalar ve ödüllendirmelerle doluydu. Dünyanın en harika şiiri, her ne kadar bir çocuk da olsam, bana onurların en büyüğüne layık olanıymış gibi gelirdi. Bu aynı zamanda kız kardeşimin ve benim yetiştirilme şeklimizle de ilgiliydi; ne de olsa, Joan of Arc Fransa’yı kurtarmış, Marie Curie de radyumu keşfetmişti. Daha sonraları, hiyerarşik düşüncenin tehlikelerini ve sınırlarını fark etmeye başlamıştım, yine de çocukluğumda, ödül ile onurlandırılmış olmak gözümdeki bütün ihtişamını korumaktaydı. Dağın en zirvesine ulaşmış, uzaklardan bile görülebilen birisi, dağın üzerinde ilgi çekici tek şey hâline gelirdi. Onun biraz daha altında bulunan herhangi bir başkası, görünmez olurdu.
Ya da bu durumda, şiir. Bir şekilde, özellikle Blake’in kafamda kurguladığım bu müsabakadan haberdar olduğuna, sonucuna niyetlendiğine emindim. Onun hayatta olmadığını anlayabiliyordum, fakat yine de benimle kılık değiştirmiş bir hâlde de olsa konuşan sesini duyabildiğimden, sanki yaşıyormuş gibi hissediyordum. Konuşuyordu, hissediyordum, yalnızca benimle ya da özellikle benimle. Kendimi diğerlerinden farklı ve ayrıcalıklı görüyordum; aynı zamanda da her zaman konuşmaya can attığım Blake’le, Shakespeare’in yanı sıra, halihazırda zaten konuşuyor olduğumu fark etmiştim.
Blake bu yarışmanın kazananıydı. Fakat daha sonrasında, finale kalan iki şiirin de aslında birbirlerine ne kadar benzediklerinin farkına vardım; o zamanlarda da şimdi olduğu gibi keder ve hasretle dolu o kimsesiz insan sesine çekilmiştim. Ve yaş aldıkça geri dönüp okuduğum şairler, şiirlerinde seçilmiş bir dinleyici olarak, bana mühim bir rol oynayabilme imkânı sunanlardı. İçten, karşı konulmaz, çoğu zaman şüphe uyandırıcı ya da mahrem şiirler. Stadyum şairleri değil. Kendi kendine konuşan şairler de.
Bu anlaşmayı sevmiştim, şiirin anlattığı şeyin temel ve aynı zamanda özel olduğu duygusunu, aktarılanların bir rahibe veya bir eleştirmene de ulaşabildiği fikri hoşuma gitmişti.
Büyükannemin yatak odasında düzenlediğim bu tören, gizliliğine istinaden şiirin yarattığı etkileyici ilişkinin bir uzantısı gibiydi: bir ihlal değil, bir uzantı.
Blake benimle, küçük siyah oğlan çocuğu aracılığıyla konuşuyordu; Blake, o sesin gizli kökeniydi. Görünmesi imkânsızdı, tıpkı küçük siyah oğlan çocuğunun görünmez olması gibi, ya da anlayışsız ve mağrur beyaz oğlan çocuğu tarafından yanlış bir biçimde görülmesi gibi. Fakat söylediklerinin doğru olduğunu biliyordum, bu ölümlü ve eğreti bedeni, parlak ve saf bir ruha sahipti; bunu biliyordum çünkü siyah oğlan çocuğunun söyledikleri, anlattıkları, hisleri ve deneyimledikleri suçluluk ya da kendisine karşı bir intikam arzusu içermiyordu, yalnızca, ölümünden sonra ona vaat edilmiş olan o mükemmel dünyada, olduğu gibi kabul edileceğine ve neşenin dayanılmaz fazlalığında, ondan daha kırılgan olan beyaz çocuğu ışığın aşırılığına karşı koruyacağı inancına sahipti. Bunun gerçekçi bir umut olmaması, gerçeği görmezden gelmesi, şiiri yürek burkan ve aynı zamanda son derece politik bir hale getiriyor. Küçük siyah çocuğun hissetmemek için kendini tuttuğu, annesinin onu korumaya çalıştığı acı ve haklı öfke okuyucu veya dinleyici tarafından hissediliyordu. O okuyucu çocukken bile.
Ancak halkın önünde onurlandırılmak başka bir mesele.
Hayatım boyunca büyük bir heves ve tutkuyla okuduğum şiirler, anlattığım türden, içtenlikle seçilmiş ve gizli bir anlaşmaya dayanan, dinleyicinin ya da okuyucunun mahremiyet ve haykırışa karşı hassas bir suç ortağıymışçasına katkıda bulunmasının elzem olduğu şiirlerdir. “Hiç kimseyim ben!” der Dickinson. “Sen de hiç kimse misin? / O zaman iki olduk – söyleme kimseye…” Ya da Eliot: “Gidelim öyleyse, sen ve ben, / Akşam gökyüzüne baştanbaşa yayılınca / Bir masa üstünde eterlenmiş hasta gibi…”[2] dediğinde bir izci grubunun toplanmasından bahsetmiyordur. Okuyucudan bir cevap bekliyordur. Shakespeare’nin “Seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?”[3] diye başladığı on sekizinci sonesinin tam aksine: Shakespeare beni bir yaz gününe benzetmiyor. Bu göz kamaştırıcı ustalığa kulak misafiri olmama izin veriliyor fakat şiir benim varlığıma gereksinim duymuyor.
Benim çekildiğim türden bir sanatta, müşterek olanın sesi veya yargısı tehlikelidir. İçten bir konuşmanın kırılganlığı şiirin ve okuyucunun gücüne katkıda bulunur. Şiirin kaçınılmaz müdafaasının ya da güvenilirliğinin korunması ancak okuyucunun vasıtasıyla mümkündür.
Eğer bir topluluk, bu türden bir şairi, sınır dışı etmek ya da görmezden gelmek yerine alkışlar ve yüceltirse, bu şaire ne olur? Bana sorarsanız, böyle bir şair, kendisini tehdit altında ve köşeye sıkıştırılmış hissedecektir.
Dickinson şiirlerinde bu konuya değinir. Her zaman değil, fakat sıklıkla.
Emily Dickinson’ın şiirlerini gençliğimde büyük bir tutkuyla okurdum. Genellikle gecenin geç saatlerinde, herkes uyuduktan sonra, salondaki kanepenin üzerinde.
Hiç kimseyim ben! Sen kimsin?
Sen de hiç kimse misin?
Ve o zamanlardan beri hâlâ tutkuyla okuduğum şiiri budur:
O zaman iki olduk – söyleme kimseye!
Bilirsin işte, sürerler bizi.[4]
Dickinson beni seçmişti, ya da ben o kanepenin üzerinde otururken, benim farkıma varmıştı. Seçkin kişilerdik, görünmezlik etrafında bir araya gelmiş arkadaşlardık, aramızda ikimizin de birbirimiz adına onayladığı ve pekiştirdiği, yalnızca bizim bildiğimiz bir gerçeklik vardı. Dünyanın gözünde ise, hiç kimseydik.
Fakat bizim gibi, bir ağaç kütüğünün altında, güvenli alanlarında var olan insanlar için sürgün anlamına gelen şey nedir? Sürgün, üzerimizdeki o ağaç kütüğünün yerinden kaldırılmasıdır.
Burada, Emily Dickinson’un genç kızlar üzerindeki zararlı etkisinden bahsetmiyorum. Umumi hayata kuşkuyla yaklaşan veya onu hassasiyeti yok eden bir genelleme, taraflı hakikatlerin açık sözlülüğe ve samimiyete üstün geldiği bir alan olarak gözlemleyen mizacından bahsediyorum. Örneğin, Emily Dickinson’un şüpheci sesinin yerini mahkemenin, yüksek yargıcın sesinin aldığını hayal edelim. “Biz hiç kimseyiz, sen kimsin?” Bir anda, cümlenin taşıdığı anlam tekin olmayan bir havaya bürünüyor.
8 Ekim sabahı kendimi, betimlemeye çalıştığım bu telaşa kapılmış hâlde bulmak beni hayrete düşürmüştü. Işık fazlasıyla parlaktı. Zirve göz alabildiğince engindi.
Yazar olan bizler, büyük olasılıkla, insanlara ulaşmayı isteriz. Fakat bazı şairler, insanlara ulaşmayı, dolu bir konferans salonu ölçeğinde, uzamsal bir şekilde ele almazlar. İnsanlara ulaşmayı geçici bir sürede, sıralı ve zamana yayılmış olarak, geleceğe yönelik bir süreç olarak görürler. Fakat her zaman, okuyucular şiddetli bir biçimde ayrı ayrı ve teker teker gelirler.
İsveç Akademisi’nin bana bu ödülü verirken, umumi ve müşterek olan ifadelerin zaman zaman galip ve üstün geldiği fakat yine de hiçbir zaman yerini dolduramadığı, içten ve mahrem olan o sesi onurlandırmayı seçtiğine inanıyorum.
[1] Engin Uzmen çevirisi, İmge Kitabevi, 1992
[2] Osman Türkay çevirisi
[3] Talât Sait Halman çevirisi, Hasan Âli Yücel Klasikleri, Türkiye İş Bankası Yayınları
[4] Ozan Çororo çevirisi, Parşömen Sanal Fanzin, 30 Mayıs 2014