Çocukluğumun Kınık’ı köy irisi bir yerdi. Anlaşmalı çobanlar, büyükbaşları sabahtan toplar, “yaymaya” götürür, akşamları da Delez tepesinin eteğinden kasabaya salıverirlerdi. İnekler gevişe gevişe, dünya derdiyle hemhal olmuş gibi düşünceli duraksamalarla evlerinin yolunu ararlardı ki bulurlardı da. Eski evlerin hepsinin avlusunda birer hayvan damı vardı. Kapılar da bu yüzden büyükbaşların geçebileceği ölçüde kapı irisiydi. Avluda başka bir sokağa açılan başka bir kapı varsa, ayırt etmek için bu iri kapıya gocagapı derlerdi. Büyükbaşlar akşamları bu kapının önünde durur, açan olmazsa tefekkürü sürdürerek saatlerce beklerlerdi.

Kapı kasalarının üstüne bir küçükbaş çanı asılır, kapı açılıp kapandıkça bahçeye birinin girdiğini haber verirdi. Bir de arka kilitleri vardı. Geceleri analar kızlarını “gı gapee filledimin?” diye uyarırlardı. Bu, Kınık ağzında, “kız, kapıyı kilitledin mi?” anlamına gelirdi. Kilit, basit bir mekanizmaydı. Fil hortumuna benzeyen kilit ucunu kasadaki yuvaya sokarsın ve kapı fillenir! Belki kilidin markası da fil’di ama o kadarını hatırlamıyorum.

Bizim evin de bir gocagapısı, bir damı vardı lakin emektar eşeğimizden başka bir hayvana sahip değildik. Eşek deyip geçmeyin, baharları üç kilometre ötedeki bağa göçerken tek odanın ve sundurmanın yükünü üç beş gidişte taşırdı. Sonra ninemle beni sırtından atınca annem onu on liraya sattı.

Kendimi bildiğimde, Kınık alacağı kadar göçü Balkanlar’dan almış, yerleşim, ovadaki tarım alanlarına doğru az biraz genişlemişti. Yahudiler’den, Rumlar’dan zaten kimse kalmamıştı. Bodrumbaşı Mahallesi’nde, toprak fırınlı avlularda, o avlulara bakan ahşap kolonlu hayatlarda, yakın geçmiş çoktan susmuştu. Bodrumbaşı Kınık’ın eski mahallelerinden… Konumu itibarıyla Yukarı Mahalle’yle birlikte en eski yerleşim yeri olmalı. Bu kelime, Nişanyan’a ve tarihçi Tuncer Baykara’ya göre taşlık, kalıntı (petrion) kökeniyle ilgili. Büyük bir ihtimalle önceki yerleşimlerin üstüne kurmuşlar, sonra da terk etmek zorunda kalmışlar.

Bir gün, bir çocukluk arkadaşım, “işte Rumlar bizi burada kesmiş,” diyerek futbol sahasının yanındaki bir dere yatağını göstermişti. Kınık’ta böyle bir kıyımın yaşanıp yaşanmadığını bilmiyorum. Kaldı ki arkadaşım da bir göçmen çocuğuydu. Ailesi Kınık’a 40’lı yıllarda yerleşmişti.

Sonradan böyle şeylere alıştım. Çalımlı Türkçülerin, milliyetçilerin, daha çok göçmenlerden çıktığına dair bir izlenimim oldu. Ne yapsın adam? Toprağından kopup başka bir yere gelmiş, başka birinin toprağını mülk edinmiş ve tutunmak istiyor. Dini ve dili müsaitse, bulunduğu yerden daha da aşağı çekilmemek için memleketi herkesten çok sahiplenme ihtiyacı duyuyor. Tabii ki her genelleme gibi bu da fazlasıyla kişisel bir izlenime dayanıyor.

Göç hikâyeleri can yakıcıdır.

Yıllar sonra, Atina’da altı ay kadar hastanede yattım. Galiba Voula semtindeydi. Eski bir kemik hastanesi; koğuşlar yirmi kişilik… Yatak dediğim de basbayağı yüksek karyola; altına bir gitar, bir saz, bir de bavul sığıyor. Akşamları anneannemden öğrendiğim birkaç Rumca türkü çalıyorum, eğleniyoruz.

Yatak komşum trafik kazası geçirip gelmiş, bir ayağı askıda. Karısı, beş yaşındaki çocuğu, her gün ziyaretine geliyorlar. Çocuk yaramazlık yaptıkça kadın Türkçe küfrediyor. Karagöz diyor, koca kafa diyor, siktir diyor. İçi rahat; nasılsa çocuk anlamıyor. Arada bir de Türko diyor, sonra bana dönüp özür diliyor.

“Küfürleri nereden öğrendin?” dedim bir gün.

“Pederden,” dedi.

Sonra pederiyle de tanıştık. Selanik’te yaşıyormuş. Geldiğinde bir hafta kalıyor, bir zaman sonra yeniden geliyordu. Ziyaretleri sürdükçe muhabbetimiz arttı. Bir gün koltuğunun altında tavla kutusuyla geldi.

“Tavla bilirsin?” dedi.

Eh, bilirdim…

Böylece şakır şakır dertleşmeye başladık. Altmış yaşlarında bir adamdı. Gamsız, içi dışı bir, tevekkül sahibi, görgülü…

“Kayseri’ye çok gitmek istiyorum,” dedi bir gün.

“Niye?” dedim.

“Abimin mezarı orada, yedi yaşında gömmüşüz, gidip görmek istiyorum.”

“E git, ben gidemiyorum ama sana kimse bir şey demez.”

Korkuyordu.

“Zaten burada da kabul etmediler bizi,” dedi.

Ne diyeyim, göçmenliğin her türlüsü zor.

Kınık’ta Bulgar göçmeni bir Ruşen Amcamız vardı. Kınık’taki Balkan göçmenlerinin çoğu gibi iyi eğitimli bir teknikerdi. Elektrikçiydi, radyo tamir ederdi. Eski, ipek önlüklü, geniş kasa radyolardan iyi anlardı. 12 Mart’tan sonra haftada bir içeri alıp bırakırlardı, Bulgaristan’la telsiz görüşmesi yapıyor diye…

Göçmenliğin her türlüsü zor; her yerde zor… Devletin de her türlüsü zor.

Yetişkinler, çocukluklarına bakarken biraz tuhaf davranırlar. Hep bir altın çağ görme eğilimindedirler. Oysa çocukluk da yetişkinlik gibi rezil bir şeydir. Hasan Asma’yla birlikte keçi yavrularını bahçenin ortasındaki iki metrelik çukura attığımızı, sonra da çaresizliklerini izleyip kahkahalarla güldüğümüzü hatırlıyorum. Daha da beteri var; eşeğin kıçına nişadır sürmek gibi…

Çok hoş, çok güzel, çok masum geçen çocukluklara çok fazla inanmayın derim. Kötülük ve iyilik yaradılıştandır; dünyaya bunlarla geliyoruz. Ne mutlu kendini ıslah edene.

Ayrıca çocuklar, acıları da sünger gibi emerler. Benim bir Güzin Teyzem var mesela, 40’lı yıllarda on üç, on dört yaşında ölmüş… Aile içinde onun hikâyesinin anlatıldığına hiç tanık olmamama rağmen acısına bir biçimde sahibim.

Çocuklar büyükler kadar acı çekerler, hayattan bıkarlar, çevrelerinden nefret ederler, yorulurlar ve büyükler kadar yalnızdırlar. Çocuklar, dünyanın yaşanabilecek bir yer olup olmadığını büyüklerden daha çok ve daha büyük sorularla sorgularlar. Çocuklar, ölümü, intihar etmeyi büyüklerden daha sık düşünürler. Büyüklerden daha kırılgan ama daha dirençlidirler. Büyüklerden daha unutkandırlar, büyüklerden daha çok hatırlarlar. Sonradan olduğumuz şey her neyse bütün bu gerçeği inkar eder, çocukluğumuzu da olmasını istediği şeye benzetir… Kendimizi biriktirmeye başladığımız çağ, bugün kötü ve iyi olarak adlandırdığımız şeylerin çoğunu içinde taşır. Bütün altın çağlara duyulan özlemin beyhude olması gibi, geldiğimiz yerin güzel bir yer olduğu sanrısına sonradan kapılırız. Yaşamanın güzel bir şey olduğu inancı orada filizlenir ama sorgulamamayı, kabulü, gerçeğe ve zorunlu olmayana boyun eğmeyi de orada öğreniriz. Hem de sorgulayarak ve cevapsızlığı kanıksayarak öğreniriz. Zamanın kaybolan rengine bir anlam verme çabasıyla, onu tanımlama çabasıyla uğraşır dururuz. Bunu niye beceremediğimizi ya da nasıl becerebildiğimizi bize açıklayacak olan şey nedir, bilmiyorum. Anlamayı reddeden bir toplumsal sistem mi? Eğitimin şöyle ya da böyle olması gerektiğini buyuran bir takım konsensüsler mi? Kıçı kırık üç beş siyasetçinin hayatımızı ömür törpüsü haline getiren ikbal hezeyanları mı? Elli altmış yılda bir hortlayan ahmak Bonapartist çıkarların büyük dalgaları önünde eğilmeye gönüllü olmak mı?

Bilmiyorum.

Bilmek çoğu zaman işe yaramıyor zaten.

Hüsnü Arkan

Kınık’taki eski kilise kalıntısı ve Rum evlerinin fotoğrafları Cem Çakıcı tarafından çekilmiştir.