Buket Arbatlı’nın düş kırıklığına uğramış ve çoğunluğu kadın karakterlerden oluşan on altı öyküsünün yer aldığı Erkeklere Her Şey Anlatılmaz adlı kitabında en yakınları tarafından kendi iç dünyalarına hapsedilmiş insanların, içinde bolca tökezlemenin geçtiği insanlık serüvenleri anlatılıyor. Yaşamlarını anlamlandırmak ve daha coşkulu bir dünyanın insanı olmak için attıkları ilk hevesli adımda bocalayan öykü kahramanları bir zaman sonra kendi kötü dünyalarının hakimleriyle yüzleşmekten korkarak okurun hiç beklemediği anlarda ya aniden veda ediyor ya da okuru selamlayarak sahneden çekiliyor.

Karakterler, karşılaştıkları hayati sorunlar karşısında kimi zaman “boşvermişliğin cazibesinde” sürükleniyor gibi. Gayet insani ve doğal olan bu halleri onları eylemsel anlamda her ne kadar pasif gösterse de hemen her karakterle kendi gizlerini yakalayıp çıkarması için okuru yüreklendiriyor. Ayrıntılı iç diyaloglar sayesinde karakterlerin epeyce sağlam kurulmuş zihinsel ve tinsel kapılarından geçiyoruz. Bu sayede anlatılar, dışsal dünyadan çok başka, yeni uzamlara açılıyor ve karakterler birden fazla boyut kazanıyor. Örneğin Elimi Tut öyküsünde Seniha Hanım başta oldukça kibirli, yaşlı ve zengin bir burjuva olarak çıkar karşımıza. İçsel konuşmalarından müşkülpesent yanı ortaya çıkarılır. Bu yönüyle okura başta itici gelir. Hastalığı nedeniyle bir gün evde yalnızken ölebileceği fikrini aklımıza sokan temizlikçisi Zenne İsmail ise okurun duygu durumunda değişikliğe neden olan başka bir boyut açar. En nihayetinde yazar, Seniha Hanım’ı -en kaba tabirle- “önemsiz bir varlık” olarak gördüğü İsmail’in dünyasına iyilikte bulunmak zorunda bırakacak bir durumla karşı karşıya getirir ve öykünün sonunda Seniha, iç diyaloglar sayesinde adına rahmet okunacak biri haline gelir.
Okurla karakterler arasında köprüler kurulmasında hiç şüphesiz en büyük katkılardan biri de yazarın olağanın dışına çıkan özgün imgeleri. Özenli içsel betimlemeler bu imgelerle hiçbir öyküde çelişmez. Aynı özen üsluba da yansır, karakterlerin anılarına dair düşüncelerini okurken hem anlatıcı hem de okur omuzlarında yargılama hissi yüklenmeden, suçlamadan satır satır ilerler.

Hemen her öyküde okurun kafasında beliren “Neden?” sorusu ya bir komşunun ya da öykü kahramanın ebeveyninin zihninde yuvalanmış “önyargılar”ı anlamamızla çözülür. Yaşamlarını istedikleri noktaya getirmeyi pek de başaramayan kahramanlarımız bahsettiğimiz bu önyargılı çevre yüzünden çoğu zaman başta sahip oldukları umutlarını da yitirirler. Örnekse, karşıtlıklar üzerine inşa edilen kurgusuyla en beğendiğim öykü olan Abdullah Aşçı’yı Aramak’ta yıllar sonra hayatındaki boşluklarla yüzleşen çocuk karakterlerin ağzından şu sözler dökülür:
“Şimdi yine orada olmayı, sorumluluklardan, kayıplardan, başarma hırsında, yaptıkları kötülüklerden uzaklaşmayı dilerler. Baba evleri tam da bu nedenle yıkılmamalıdır. Ben bu dileklerle dönmemiş olsam da bizim ev ayaktaydı zaten.” (s.124)
Bu cümleler olabildiğine samimi ve öykü durumunu bir nefeste fakat sakince özetleyen yalınlığıyla okura şenlik gibidir.
Bu şenliğin devamı için başka cümleler alıntılayalım.
“Her yeni gelen zamanla soluyordu.” (s.9) diyebilmek; unutulmanın, hatırlanmıyorum dememin alışılagelmiş yavanlığından kaçmayı ne de güzel başarır. Anlarız ki karakterin zamanla bir kavgası olmadığı gibi akıp giden zamanın eşlikçisidir de. Bu anlamlar sezdiriliyor, okuyucu metne dahil olsun isteniyor ve öyküler hacim kazanmak için gündelik diyaloglarların tuzağına düşmüyor.
“Nihan çok yalnız biri.” diyen kuru anlatımın yerine, Türkçenin anlam zenginliğinin “Ama Nihan biliyor. Yalnızken evdeki her eşyanın sesi yükselir.” (s.16) ifadesi gibi göndermelerle ifade edilişi, anlamda estetiğe ulaşmaya çabalayan yazarın okura hediyesi değil midir?
Arbatlı’nın “Sesler dağılıyor, bana gelinceye dek sözcükler harflere dönüşüyor.” (s.11) diyen güzel cümlesinden sonra “Uzaktan gelen sesleri duyamadım.” diyen bir başka öykü bu noktadan sonra hangi okura sığ gelmez!
Aile Sofrası öyküsünde çocukluğunda bir gün sara nöbeti geçirmiş Süreyya’nın ailesi bu duruma çare olarak sabaha kadar dua edip cin kovmayı bulur. Tıbbi bir tedavi alamayan çocuk sonuç olarak içe bükülmüş bir sol ayak ve kendi tanımıyla “onu tanımayan” sol eliyle ellili yaşlarına gelir. Bedensel durumu aile içinde (annesi dahil) hor görülmesine, alaycı sözlerle eleştirilmesine sebep olsa da Süreyya bu alaylara karşı her daim dilsiz kalır. En fazla “Leylaklar güzel mi?” diye sorarak savuşturur aklına gelen ilk isyan kıvılcımını. Öykü boyunca siliktir, herkes tarafından görmezden duymazdan gelinir ancak aynı karakter beklenmedik bir sonla okurun merakını uyandırmayı başarır ve “ezgin” ruh halinden sıyrılır.
Abdullah Aşçı’yı Aramak öyküsünde erkek karakterlerden biri olan Eczacı’nın geçmişiyle rövanşı belki de kızının ağzından anlatıldığı için oldukça sarsıcıdır. Yaşamını gözden geçirmesinin hesabını okura “Her şeye yabancıyım…” diyerek sunar. Karısının istekleri ile kendi istekleri, yaşadığı taşra ile artık sadece hayallerinde kalan İstanbul arasında çaresizce sıkışıp kalması çoğu metinsel türün klişeleşmiş çıkmazıdır ancak bu çıkmaz, Eczacı’nın Abdullah Bey (öyküye de ismini veren edebiyat sevdalısı) ile aynı kaderi paylaşmalarıyla okurun gözünde “nedensellik” kazanır. Bütün bunların pek tabii okurun algıları, sezgisi ve eşduyum gücünün niteliği oranında değişebilecek değerlendirmeler olduğunu söylemek gerek.
Eserin ilk bakışta veya salt bir üst okumayla algılanan parlak yüzü (kitabın kapağı, adı, arka kapak yazısı) kitabın sadece “kadın öyküleri, kadınlık halleri”nden oluştuğu izlenimini verse de bana kalırsa öyküler kadın ya da erkek, birini diğerine tercih etmeyen, ötekileştirmeyen, kucaklayıcı kurgulara sahipler. Hayatla dolu, insani ve doğal olanla…
Başak Ağma Küçük