Sevgili Gülten Akın,

Sizinle, bu mektupta biraz yavaşlık, hız ve çağın bizlere mecbur kıldığı –mecbur kıldığı diyorum, çünkü eğer çağın mecburiyetlerini yerine getirmezsek toplumdan, arkadaşlarımızdan, ailemizden, yani kısacası tüm çevremizden dışlanacağımız fikri hâkim olduğu için– karışma ve aynılaşma üzerine konuşmak istiyorum.

Gülten Akın

Sevgili Gülten Akın, Erdal Öz’e yazdığınız 3 Şubat 1982 tarihli mektupta bir yer dikkatimi çekti. Erdal Öz sizden yeni kitabınız için bir fotoğrafınızı istemiş olacak ki kendisine fotoğraf gönderdiğinizi söylüyor ve ekliyorsunuz “Benden istediğin biyografi, baktım bir yerlerde hazır. Yenisini, daha iyisini, bu asık suratlı Gültenliğimle beceremedim. Onları uygun bulacağını umuyorum.” Estetize etmenin, estetik algılarının sizlerin döneminizde de bizdeki gibi olması beni üzdü açıkçası. Görselin, belli estetik algıların, benzerliklerin hüküm sürdüğü bir çağdan sizin olduğunuz, yaşadığınız, varlığınızı evrene kanıtlamaya çalıştığınız çağa bakmaya çalışıyorum.

Müthiş bir hız çağından geçiyoruz. Yakalayabilene aşk olsun! Bu hız çağı toplumsal bilince de en büyük zararı veriyor. Toplum olarak tepki verdiğimiz, karşı çıktığımız bir olay, bu hız çağından dolayı en fazla birkaç gün sürüyor. Bireysel bilinç, toplumsal bilincin önüne geçmiş ve onu alaşağı etmiş durumda ne yazık ki. Bu hız çağı bizlere susmamayı, konuşmayı ve en önemlisi de öfkemizi diri tutup yeri geldiğinde de kusmamızı sağlıyor. Ancak bu susmama durumu ne yazık ki bir süre sonra herkesin her konuda bir fikri olduğu varsayımını da ortaya çıkarıyor. Fikir beyan etmemenin suçlu görüldüğü, “sen bu konuda bir şey demedin, o halde destekleyici konumundasın” gibi algıları da avucumuzda biriktiriyor bu çağ. “bilmiyorum”, “ben anlamam”, “araştırmam gerek” gibi cevaplar artık çağın gölgesinde kalmış ve etkisini yitirmiş durumda sevgili Gülten Akın. Her şeyde bir fikir sahibi olmak, her şey hakkında bir şeyler söylemek nasıl bir eziyet bilir misin sevgili Gülten Akın? Ve en önemlisi de cahilliğimizin kanıtlandığı bu gibi fikir beyanlarının koca koca insanlar tarafından ciddiye alınıp başka insanlara paylaştırılması… Bu fikir beyanları, samanlıkta izi kaybolmuş bir iğne olan bizi, evrenin en büyük insanı, en çok bilen insanı yapması… Bakın ne diyor her sene Nobel Edebiyat Ödülü alacağını sandığımız Milan Kundera:

“Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir, bu nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız; kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden bıkmıştır; kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük, titrek alevini söndürmek istemektedir.”
(Milan Kundera, Yavaşlık, s.122, Can Yayınları. Çeviren: Özdemir İnce)

Bu mektup şikâyet mektubu olsun istemiyorum. Sadece biraz olsun kendi mahallemden eleştiri yapmaya gayret gösteriyorum.

Aynılaşma, tek tipleşme; inceliğin, sözcüklerin anlamını en çok bulduğu yerde, yani edebiyatta da kendine konak bulmuş durumda. Okumadığımız kitapları okumuş olarak göstermek, kitabı başka bir şair/yazar tarafından alınan şairin/yazarın ilerleyen safhalarda kitabı alan kişinin de kitabı çıktığında o kitabı alma mecburiyetine düşmesi, almasa da alıp okumuş ve sosyal medya hesaplarında paylaşmak için başka yollara girişmesi çağın kaypaklığına yeni noktalar ekleyen durumlardan sadece biri. Sevgili Gülten Akın, sizce de bu mecburiyetler kişinin aynada gördüğü suretinde başka birini görmesine sebep olmaz mı? İnsan istemediği ve sonunda ölüm olmayan –ki belki de sonunda ölüm bile olsa– bir konuda nasıl olur da böylesine yollara girer ve girdiği yollardaki girdaplar hiç bitmez? Bu girdaba girdiğinde ve yine nasıl olur da insan girdap içinde girdabın açılacağının farkına varamaz? Yine buna benzer bir örnek vererek aynılaşma, tek tipleşme bahsini kapatmak istiyorum. Toplumsal bir meselede arkadaşlarıyla konuşurken toplumun öfkesini anlamsız, gereksiz ve çığırtkanlık olarak gören bir kişi sırf bu konuda kendisinin de toplum nezdinde söz sahibi olabilmek adına sosyal medya hesaplarından aynı öfkeyi dile getiriyor. Toplum denen o çemberin içine girebilmek adına fikri yanlış da olsa kendi fikrini kendi eliyle gölgeliyor. Gölgelemekle kalmayıp çoğunluğun arasına katılmak için kendisine ait olmayan fikri ayan beyan ilan ediyor. Sevgili Gülten Akın, şimdi biz bu çağa nasıl ayak uyduracağız?

Bir de herkese parmak sallayanlar var. Ahlak bekçiliği yapıp en doğru olanın, en etik olanın kendisi olduğunu ve her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini sanan bir kitle var. Susmanın inceliğine henüz kavuşamamış, aynaya doğru dürüst halen bakamamış, içindeki pisliği sadece başkalarını suçlayarak giderebileceğini sanan bir kitle var. Bakın ne diyor Nilay Özer: “insan olmak yetmiyor insanı anlamaya / sızmak gerek o çürük hartamalardan”

Tanrım, bizi parmak sallayanlardan koru! Bizi baktığımız yerlerde başkalarının olduğunu görememekten koru! İçimizde açığa çıkmayı bekleyen o iğrençlikten koru! Eviçlerinde kendimizle kaldığımızda, dışarının öfkesini bastıran gölgelerimizden koru! Tanrım bizi bu çağa ayak uydurmaktan koru!

Sevgili Gülten Akın, bu mektup sizinle dertleşmekten çok, çağa duyduğum ya da duyduğumuz öfkenin somuta dönüşen bir parçası oldu. Suçumuzu biliyoruz. Suçumuzu seviyoruz. Suçumuzu sevmekten nefret ediyoruz. Nefret ettiğimiz her şeyi sevmeye devam ediyoruz. Devam ettiğimiz her şeyde kendimizi bulmaktan vazgeçmiyoruz. Vazgeçemediğimiz bütün soyut anlamları somuta dönüştürmekte üstümüze yok. Sizin biçim olarak kısacık, ama sanırım birçok şeyi açıklayan, anlamlandıran “Şiir” adlı şiirinizle kapatalım bu mektubu: “Şiir bizim eski suç ortağımız / Biz ne işledikse onunla işledik”

Bekir Dadır