Günlerden Kınık pazarı; Cuma… Koltuk altımızda uçuk mavi, kalın, büyük ama hafif bir karton dosya; gazeteyle, dergiyle dolunca biraz ağırlaşıyor. Hasan Asma’yla gazete satmaya çıkmışız; “yazıyoo, yazıyoo,” diye ciğer ciğer bağırıyoruz. O günlerde, sanırım Demokrat İzmir gazetesinde babamın bir karikatürü yayınlanmış. Çıplak ayaklı bir çocuk gazete satıyor. Konuşma balonu dört kelime; “yazıyor, yarınki cinayeti yazıyor…” Bu sözler bir basın eleştirisi miydi, yoksa o günlerde cinayetlerin artmış olmasını mı vurguluyordu, bugün hâlâ bilmiyorum. Her ne hal ise, ben gazete satarken o karikatürdeki çocuğa özeniyordum. Daha sekiz dokuz yaşındayım. Hasan’ın benden beş altı yaş fazlası var. Pazar yeri tam bir curcuna, tam bir hengâme. Dondurmacılar kürdî makamında yaygın vezin şarkı söylüyor; “buz deryası bu lemoon…” Mi mi mi la sol fa mi… Son nota uzuyor, diğerleri sekizlik. Sesler üst üste biniyor. Dondurmacılara kavun karpuzcular, manavlar, helvacılar ve daha kimler ekleniyor. Güğümünü sırtlamış limonatacılar, testiciler, şekerciler, çuvalını omuzlayıp gelmiş dağ köylüleri, çuvalların içinde pestil olmuş yaban meyveleri, çakal erikleri, ahlatlar, armutlar, pazarlık edenlerin pes perdeden çıkışmaları, alttan almalar, yakınlaşıp uzaklaşmalar, beyhude bir itiş kakış; belli ki para dediğimiz şeyi hayli ölçülü harcıyorlar. Şeftali, İtalyan eriği ulaşılmaz, domat biber kolay…
Aslına bakılırsa bizimki de beyhude bir uğraş; üç beş gazete sattıysak kendimizden memnun kalıyoruz.

Kınık pazarında ilgimi en çok çeken yer kitap sergisi. İlmihaller, Zaloğlu Rüstemler, Kesikbaş hikâyeleri, namaz hocaları… Bunlar kaval ve şarkı sözü kitapçıkları da satıyorlar. Hatta bazen âşıklar da geliyor, serginin bir köşesinde saz çalıyorlar.
Âşık İhsanî’yi ilk bu pazarda gördüm. Saz çalıyor, kitaplarını satıyordu. O zamanlar o kadar solcu değil miydi, yoksa ben bir halttan anlamıyor muydum, bilmiyorum. Karısı Güllüşah’la pazar pazar geziyordu, sevda türküleri söylüyordu. Kavallarsa çeşit çeşitti. Bunlardan harçlığıma kıyıp kaç tane satın aldığımı şimdi hatırlamıyorum. Harçlık dediysem öyle haftalık, günlük filan değil; bakkala gönderildiklerimden cebimde ne kaldıysa o. Beş kuruş, on kuruş filan.
Koltuk altımızdaki kartonlara gelince… Kartonlar kabartmalı… Gazete sayfası gibiler ama sütunlar dişi ve ancak tersten okuyabilene bir anlam ifade ediyor. O zamanların dağıtım şirketi, sokakta gazete satanlar için böyle bir kolaylık sağlamış. Lakin insan, içi gazete dolu o kartonu omuzuna asacak bir de askı arzu ediyor ama yok… Dosya, yürüdükçe ağırlaşıyor. Satsa hafiflersin ama gazete alan da yok.
O yılların en çok satanı herhalde Simavi’nin Günaydın gazetesiydi. Pay kuponu diye bir şey icat etmişlerdi. Kuponları kesip biriktiriyorsun, belli sayıda kuponla bir takım eşyaları “bedava” alabiliyorsun. Daha sonraki yılların ansiklopedi, tencere tava, hatta otomobil promosyonunun ilk sürümü herhalde buydu… Bir de akşam baskıları çok satardı. Bir ara Son adında bir akşam gazetesi peydahlanmıştı; skandal gazetesi… Bu belki de Türkiye’de çok satan ilk tabloid gazetedir. Bol resimli, iç dış sekiz sayfa. Berberler, terziler alırdı; iyi satardı.
Bu gazete satma işinin nereden çıktığına gelince…
Kınık’ta tek bir gazete bayii vardı. O vakitler bakkal çakkal gazete satmazdı; bir çeşit tekel… Tekelin sahibi de hısmımız Hüseyin İsmet Asma’ydı; yani İsmet Dayı’ydı. Kırklı yıllarda belediye başkanlığı da yapmış, yüzü gülmez, hep düşünceli, kederli bir adamdı. Doğrusu bu haller ona pek yakışırdı. Dükkânı ikiye bölmüştü. Yarısında gazete ve sigara satar, diğer yarısına yığdığı şeker çuvallarını kamyonetle köy bakkallarına gönderir, ticaret yapardı. Önceleri Skoda, sonra International marka bir kamyoneti vardı. Otomotivde International markası tarihte kaldı sanıyordum. Bu yazıyı yazarken Google’a danışınca gördüm ki hâlâ meraklıları varmış; alıyorlar satıyorlar. Hâlâ albenili.
Bu arabaları İsmet Dayı’nın çalışanı Hasan Hüseyin abi kullanırdı. Hasan Asma’yla ben de yanına otururduk, köy köy gezerdik. Köy yolları toprak; beş kilometreyi bir saatte alırdık. Kocaömer, Elmadere, Çan, Sucahlı, Balaban… O zamanlar bu köyler yokluk, yoksulluk içindeydi. Yakın zamanda gittim, hâlâ da öyleler. Genç nüfus terk etmiş. Kalanlar madenlerde çalışıyor.

İsmet Dayı’nın kederi kalıcıydı. Karısı, Hasan’ı doğururken ölmüştü. Belki de bu yüzden, Hasan’ı seviyor mu, yoksa nefret mi ediyor, anlayamazdım. Çocuğa şiddet uygulardı. Bunun anlaşılabilir bir yanı var mı, hâlâ düşünürüm. Tamam, futbola çok düşkündü, sağlam topçuydu, güçlüydü. O zamanın ağır toplarıyla bile şut attığında, top havada eğrilir, kavis alırdı. Belki de biricik eksik futbolun para etmediği bir çağda yaşıyor olmasıydı. Ne diyeyim? Çocuklarınızı dövmeyin, onlarla konuşun diyeyim.
İsmet Dayı’nın küçük dükkânında beni asıl çeken şey asık suratlı gazeteler değil, dergilerdi. Bildiğiniz çocuk dergileri. Çocuk Bahçesi, Doğan Kardeş, 1001 Roman, Karaoğlan, Teksas, Tommiks ve tabii mizah dergileri: Akbaba, Pardon… Sonra bir de parlak kâğıtlılar. Hayat mecmuası, Ses mecmuası, bol memeli Pazar ve Yıldız mecmuaları…
Haftalık mizah dergileri evimize de girerdi. Babam amatör bir karikatüristti. Amatör derken, bazı siyasi karikatürleri İzmir Ekspres ve Demokrat İzmir gazetelerinde yayınlanırdı. Tabii, bunlar o günlerin mizah ölçülerine uygun şeylerdi. Birkaçını hatırlıyorum: CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Ayvalıklı genç bir kızla evlenmişti. Karikatürse denize girmiş bikinili bir kadından ibaret ki herhalde Kasım Gülek’in gözüyle seyrediliyor. Altyazısı bir Yahya Kemal şiiri; “gece Leyla’yı ayın on dördü, koyda tenha yıkanırken gördü…” Vay vay vay, vezne bak! Sonra, Süleyman Demirel bir koltukta oturmuş; başının üstünde bir hâle… Herhalde altmışlı yılların ortası olmalı. Altyazıda Kemani Serkis Efendi’nin şarkısının sözleri: “Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime…” O yılların renkli siyasetçilerinden Osman Bölükbaşı’yla ilgili yayınlanmış birkaç karikatürü de vardı ama altyazılarını artık hatırlamıyorum.
Velhasıl kâğıt ve yazı denen şeyle hem İsmet Dayı’nın dükkânında hem de evde tanıştım. Dükkândaki şeylerin hepsi de gıldırıgış şeyler değildi. Resimlendirilmiş roman özetleri basılırdı. Üç Silahşörler, Robinson Crusoe, Define Adası, Tom Sawyer, Monte Kristo Kontu… Bunlardan en hoşuma gideni, en destansı olanı Monte Kristo Kontu’ydu ki aklım baliğ olduğunda okuduğum ve yeniden hayranlık duyduğum ilk kitaplardan biri budur. Sonradan Edmon Dantes’in hikâyesinin Yakup Kadri’yi çok etkilemiş olduğunu öğrenmiş, bundan kendime salakça bir pay da çıkarmıştım…
Babamın ciddi sayılabilecek bir mizah dergisi koleksiyonu vardı. Akbaba, Pardon’un yanı sıra Marko Paşalar, Aziz Nesin’in diğer ikame paşaları… O yaşlarda dikkatimi daha çok memeler çekiyor… Akbaba’da Tahtaburun Yasin’in harem maceraları, Milliyet eklerinde Bedri Koraman’ın çizgileri, Turhan Selçuk’un sert köşeli kadınları, Esnaf Raziyesi filan…
Fakat hatırımda en geniş yeri ansiklopediler ve ansiklopedik yayınlar tutuyor. Yani asıl olarak belgesel izliyordum… İsmet Dayı’nın dükkânına fasikül fasikül gelen Bitkiler ve Hayvanlar, Keşifler ve İcatlar, Küçük Hayat Ansiklopedisi, Elli Türk Büyüğü, Yüz Türk Büyüğü, Türkiye Atlası, Dünya Atlası gibi şeyler… Tabii bir de evdeki Büyük Hayat Ansiklopedisi var ki bu otuz küsur ciltlik yayının bendeki hakkını ödeyemem… Siyah bez ciltli, yan yana dizildiğinde iki metrelik acayip bir ciddiyet havası veren, sayfaları açtığında kuşe kâğıt kokan bir derya. Oku oku bitmez. Bir pasaj okusan diğerinin hatırı kalır. Merakın artar, açlıkla bir başka cilde saldırırsın. Balinaların, köpek balıklarının yaşamı, eğreltiotlarının milyon yılları, dinozor çeşitleri, ay hakkında, mars hakkında her şey, Edison, Montgolfier Kardeşler, Aristo, Birinci Dünya Savaşı, Hitler, Eisenhower, Atatürk; derde devadan gayri ne ararsan var… Sayfaların çoğu resimli ama resim konusunun da bokunu çıkarmamışlar. Herhangi bir sayfayı açtığında “resmine bak,” demiyor, “oku lan,” diyor.
Bütün bunların yanında, bir de Ankara’da yaşayan amcam var… Benden üç beş yaş büyük kuzenim Ümit’in okuyup bitirdiği kitapları bize yolluyor. Bunlar önceleri masal kitaplarıydı. Çizmeli Kedi, Jack’ın Fasulyeleri, Keloğlan filan. Onun masal yazarı arkadaşları da vardı, onların kitaplarını da gönderirdi. Sonra bu kitaplar özelleşmeye başladı. Tabiat Ana Anlatıyor’u hatırlıyorum. Orhan Kemal’in Baba Evi’ni… Tabii bir de Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nın ilk baskısı; yeşil kartonlu olan.

Hababam Sınıfı benim okuma maceramı fazlasıyla şekillendirdi. Karakterleri, tipleri yanımda, karşımda görmeyi o kitapta öğrendim. Makaranın, goygoyun arasında gerçeği sezmek, arayıp bulmak o yaşlarda zor oluyor ama insan gıdıklanmanın dışında bir şeylerin varlığını da, gerçeğin varlığını da hissediyor.
Amcam eczacı askerdi. Ben kendimi bildiğimde, ordudan ayrılmış bir albay emeklisiydi. Birkaç yılda bir Kınık’a ziyaretimize gelirdi. Neşeli bir adamdı, tıraş olurken “send me a postcard darling,” şarkısını söylerdi. Sonra bizi çay bahçesine götürür, bira içer, cevabını veremediğimiz sorular sorardı. Galiba gözlerimizdeki ışığa bakıyordu. Bu gelip gitmelerden sonra gönderdiği kitapların sayısı arttı.
Bir de her cuma gazete satıyorduk işte! İsmet Dayı, Hasan’la bana beşer kuruş verirdi. O zamanlar iki çeşit beş kuruş vardı ki biri delikliydi. Bununla ancak bir külah çekirdek alabilirdik.
İsmet Dayı’nın öldüğünü belediye hoparlöründen öğrendim. 23 Nisan’dı, sokaktaydım, tören dağılmıştı. “Eski belediye başkanlarımızdan Hüseyin İsmet Asma, Hakkın rahmetine kavuştu,” dediler.
Bu fakir de böylelikle onu anmış oldu ki, anısı her daim sayfaları yeni açılan bir derginin kokusuyla çıkagelir.
Hüsnü Arkan
Benim yetmişli yıllarımı siz altmışlı yıllarda yaşamışsınız, delikli kuruşa yetişemedim, onun dışında her şey birbirinin -okunan çizgi romanlar, ansiklopediler, mizah dergileri, memeli (ama üzerinde yıldız ya da şerit bant olan memeler) magazin dergileri- neredeyse kopyası. Siyah -beyaz fotokopi elbette. O yıllar siyah-beyaz yıllardı. Her şey siyah-beyaz netliğindeydi bittabii. Cüneyt Arkın sapına kadar yiğit, Erol Taş iflah olmaz kalleşti.Gerçi benden epey büyük -rahmetli- amcaoğlum, “Bak emmoğlu Bruce Lee var ya, o solcu, bizden, Cüneyit de faşist yani düşmanımız” diyerek beni irşad etse de, ben seviyordum Cüneyt Arkın’ı. Faşoysa da bizim faşomuzdu. Her şeyin farkındaydık, büyük resmi görüyorduk, büyük resim bizdik.
O siyah-beyaz geçmişi adım adım yürüyerek yâd ettim bu yazıyla. Bir burukluk, ama gülümser bir burukluk tadarak tavaf ettim gençliğimi… Aşk olsun Hüsnü Arkan.
Bunun ardından “Yazmaya nasıl başladım ?” yazısını da isterim.