“Karanlıklar arasından bir ışın
Bir kadın vücuduna vuruyor
Aşağıdan yukarıya
Yıkanmak üzre
Geceliğini kaldırmış
Bacakları bütün kadınların
bacaklarından
Ama o ezele kalacak
O bir ışın yüzünden
Aydınlatan yaşamımızı
Aydınlatan yalnızlığımızı
Bir tek ışın
yaşasın.”

Can Yücel bu şiiri Rembrandt’ın yukarıda gördüğünüz “A Woman Bathing in a Stream” adlı tablosu için yazmış. Tablonun modeli ise karısı öldükten sonra birlikte yaşadığı aşığı Hendrickje Stoffels.
Rembrandt Harmenszoon van Rijn’in neden resim tarihine damga vurduğunu ancak Amsterdam’daki Rijksmuseum’u ziyaret edip resimlerini yakından inceleme fırsatını yakaladığımda anlayabilmiştim. Konularıyla önceden pek ilgimi çekmeyen bu ressam, özellikle ışığı –ve de karanlığı– kullanımıyla beni büyülemişti. Nitekim ona “Işığın ve Gölgelerin Ressamı” dendiğini de sonradan öğrendim. Sanat tarihçileri kadar bilgim olmasa da, Rembrandt’ın, İtalyan ressam Caravaggio’yla birlikte ışık ve gölge kullanımında ustaların başını çektiği söylenebilir.
Havasının her mevsim yağmurlu ve kapalı olmasıyla ünlü Amsterdam, hem baskın karanlığıyla hem de bu karanlığı yer yer delerek varlığını daha da anlamlı kılan ışığıyla Rembrandt’ın ilham kaynağıydı. Amsterdam, esin periliği yaptığı bu ressam kadar kendisini iyi resmedeni daha önceden görmemişti. Rembrandt ile Amsterdam arasındaki bu karanlık uyum, onu zirveye taşıdı. Varlıklı kişiler, varlıklarını sergilemek için portre yaptırmaya para harcamaya bayılıyordu ve o dönem hepsinin talebi aynıydı. Tablolar, onların hem varlıklı kişiler hem de Tanrı korkusuna sahip sıradan kişiler olduklarını göstermeliydi: Gelip geçiciliği vurgularken gösterişten de vazgeçmeyen resimler.
Rembrandt hem modelinin ne istediğini çok iyi anlıyor hem de onları doğru şekilde yönlendirebiliyordu. Rembrandt, resimlerinde ayrıntıları fevkalade bir ustalıkla aktarabiliyordu: Bonenin altında sıkıca toplanmış saçlar, hafif kırık olduğu belli olan burun, gözlerde ihtiyarlıktan kaynaklı donuk bakışlar… Onun fırçasından çıkmış yüzlerin çizgilerinde portre sahibinin içinde bulunduğu duygu durumunu, hayatın o kişide bıraktığı tortuyu görmek mümkün. Döneminin diğer ressamları gibi kişileri yüceltip gücü vurgulayan portreler yapmak yerine insanın kişiliğini gösteren portreler yapıyordu Rembrandt. İnsanın içini okuyan resimleriyle, hayatın içinden hikâyeler anlatabilen gerçek bir öykücüydü. Sadece yağlıboya resimlerinde değil eskizleri ile desen çizimlerinde bile ışığı oldukça gerçekçi görüntüler ortaya koyacak şekilde kullanıyordu. Öyle ki, kendisini sonradan fotoğraf makinesine benzetenler çıkacaktı. Çünkü üçüncü boyutu tuvale başarıyla yansıtabiliyordu. Kendine has çizim tekniğini, döneminin diğer ressamları çözemiyordu. Resimlerini, ilk olarak alta desen çizmeden doğrudan boya kullanarak yapmak gibi fazla cesur ve kendine güvenen yaklaşımı da ancak röntgen icat edildikten sonra anlaşılacaktı.
Ancak bir gün, bir müşterisi Hollanda’nın altın çocuğu Rembrandt’a yaptırdığı resmi beğenmedi ve resmin parasını ödemedi. Rembrandt, tüm resimlerine olduğu gibi bu resmine de oldukça güveniyor ve resmin parasını talep ediyordu. Resmin kalitesine karar verilmesi için hakem heyetine başvurdu. Fakat bu tavrı, çizdiği imajı zedeleyerek onun kendini beğenmiş, ukala ve küstah görünmesine neden oldu. Üstüne üstlük hakem heyeti de Rembrandt aleyhine karar verdi. Geleceği düşünmeden har vurup harman savurarak yaşayan, farklı kültürlere merakı nedeniyle tüm parasını sanat eserlerine ve egzotik nesnelere yatıran Rembrandt birden borç içinde kalmıştı. Sadece müşterilerini değil, vereme yakalanan karısını da bu sırada kaybetti.

Pes etmek Rembrandt’a yakışmazdı, resimlerinin konusunu değiştirdi. Zengin insanlar yerine sıradan insanları resmediyordu artık. Sıradan insanların saflıklarını, içtenliklerini ve yoksulluklarını çok iyi işliyordu. Ne var ki, dönemin sanat eleştirmenleri farklı düşünüyordu çünkü devir değişiyordu. Onlara göre Rembrandt yeniliklere ayak uyduramıyor, kendisini aşamıyordu. Doğallık ve sadeliğin yerini yapaylık ve karmaşıklık almıştı. Rembrandt’ın, klasik güzellik anlayışına ters düşen, koyu tonların, kahverengi ve sarıların hâkim olduğu aşırı gerçekçi tarzı gözden düşmüştü. Dünyada çirkinlikler de var diye her şeyin olduğu gibi yansıtılması yerine, sadece göze hoş görünen şeylere odaklanmak baskın anlayış olmuştu.
Bu dönemde Rembrandt da tarzında değişikliğe gitti ama bu, onu tekrar zirveye taşıyacak değil, iyice dibe vurduracak türdendi. Savruklaşmıştı, resimlerini taslak gibi bırakıyor, ayrıntıları çizmiyordu. Elindeki işi bitirmeyen veya baştan savma yapan bir ressam imajı çiziyordu. Sonunda iflas etti, yaptığı tüm resimlerin yanı sıra senelerdir çok para dökerek topladığı değerli sanat eserleri de müzayedelerde satışa çıkarıldı.

Kendini ne kadar beğendiğini de açık edercesine, önceden de kendi portrelerini çizmiş olan Rembrandt o dönem farklı bir portresini çizdi. Onca yoksulluğa rağmen, altın renginde göz alıcı bir kıyafet vardı üstünde. Bilgece bakışlarıyla şunu der gibiydi: Daha ölmedim, sanattan anlıyorum ve dönüşüm muhteşem olacak.
Yeni yapılan belediye binası için görevlendirilen ressam ölünce, istemeye istemeye Rembrandt’ı denemeye karar verdiler. Hollanda ulusunun doğuşu sayılan suikast betimlenecekti. Rembrandt, gerçek savaşçıları resmetti. Bunların klasik estetik anlayışa uygun olma ihtimali yoktu; tanrısal güzelliği yansıtmıyordu, hareli melekler yoktu. İnsan doğasındaki vahşeti yansıtıyordu. Sadece özgürlüğün gücü, bir idealin ateşi vardı. Hatta resmin yarım kalmış gibi görünmesi bile özel bir anlam taşıyordu. Yarım kalmış bir kent, yarım kalmış bir ülkeydi söz konusu olan. Rembrandt ne yaptığının gayet farkındaydı, dönemin nüfuzlu Hollandalılarına bir mesaj veriyordu: Bugünkü uygarlığınızla gurur duyuyorsunuz ama damarlarınızda küçümsediğiniz bu barbarların kanını taşıyorsunuz. Şu anki varlığınızı onlara borçlusunuz.

İşte bu resim, yani “The Conspiracy of the Batavians under Claudius Civilis” reddedildi, çünkü resimdeki insanlar çok çirkindi. Üstelik resim o kadar büyüktü ki, bir lunaparkın dibinde, kapısında sarhoşların sızdığı, serserilerin birbirini bıçakladığı köhne bir evde yaşayan Rembrandt bu resmi koyacak yer bulamadı. Ve bu başyapıtı kesip parçaladı. Bıçağından kurtulup geriye kalan sadece resmin ortasındaki figürler oldu.
Rembrandt’ın başına neden bunlar geldi? Çünkü onun çağının ötesinde, sıradışı bir sanat anlayışı vardı. Güzellik ve incelik değil, etiyle kemiğiyle gerçek insanın/insandaki gerçeğin peşindeydi. Onun mahvına neden olan da gerçeğin peşinde koşmasındaki bu inadıydı. O doğru bildiğinden şaşmayan bir asiydi; kurallar, kendisinden beklenenler, başkalarının fikirleri umurunda değildi. Kimsenin kabul etmeyeceğini bile bile, oyunu kurallarına göre oynaması gerektiğini bile bile, içinde bir şey ona engel oluyordu.
Çoğu özgün sanatçıya engel olan ve onları diğerlerinden ayırıp öne çıkaran şeydi bu: kibir.
Rembrandt yoksulluk, kimsesizlik ve acı içinde, anlaşılmadığını düşünerek geçirdiği son zamanlarında da resim yapmaktan başka bir şey yapmadı. Hayatına üç bine yakın eser sığdırdı.
Rembrandt kibirliydi ama şunu da hatırlamalı: Bir sanat eserinin değeri, alışılmış kalıplarla ölçülemez.
Öykü Gizem Gökgül
harika bi paylaşım