2000’ler öykücülüğünün öne çıkan yazarlarından Sibel K. Türker; KalpYazan (2003), Öykü Sersemi (2005), Ağula (2007) ve Aşk’ın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu (2014) adlı dört öykü kitabı yayımlar. Roman türünde de eser veren Türker, Öykü Sersemi ile 2005 Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne, Ağula’yla da 2006 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülür.
Bu yazıda inceleyeceğim “Sevmek-Öldürmek” öyküsü, içinde on bir öykünün bulunduğu Ağula kitabında yer alır. Kahraman anlatıcının ağzından yazılan öyküde, öykünün isminden de anlaşılacağı üzere sevmek ve öldürmek gibi iki karşıt eylem arasına sıkışan bir dostluk konu edilir. Ömer ve en yakın dostu Ahmet, okul çağında oldukları için büyüme öyküsü olarak da okunabilir. İki arkadaşın yaşlarını tam bilemesek de özellikle Ömer’in büyüme sancıları çektiğini ve kendisinden daha olgun olan Ahmet’e hayranlık duyduğunu söyleyebiliriz. Öykünün hemen giriş kısmında, anlatıcının ağzından ileride olacakları sezdiren şu cümleleri okuruz: “Ondan korkuyordum, başka bir deyişle hayrandım ona” (s. 37).[1] Bu cümle, ilgi uyandırır, Ömer’in Ahmet’ten neden korktuğunu merak ederiz. Aynı sözcüğe öykünün hemen ikinci paragrafında tekrar rastlarız. Ömer, Ahmetlerin “bayat bir havası olan güneşsiz dairelerine” girdiğinde de korktuğunu söyler. Ayrıca arkadaşının gözüne karanlık bir savaşçı gibi göründüğünü ifade eder. Demek ki ileride bu korkunun neden kaynaklandığını anlayacağız. Öykünün devamını “sıradan” bir dostluk öyküsü olarak okuyamayacağımıza da işaret eder bu sözcük seçimi. Dolayısıyla yazarın öyküye etkili bir giriş yaptığı açıktır.
Öykünün ikinci paragrafında Ahmet ve ailesine dair bilgiler ediniriz. Ömer’in Ahmetlerin evine yaptığı ziyaretler bu aileyi yakından tanımasına yardımcı olmuştur. Baba “fazla akıldan” delirmiş, annesi oğlunu alarak baba evine sığınmıştır. Günlük ev yaşamlarına bakınca herkes kendi hâlindedir. Dede balkonda uyuklar, anne evdeki mecmuaları karıştırır, anneanne eve misafir geldiği için ortalığa çekidüzen vermeye çalışır. Ancak tüm çabalara rağmen ev hep pistir ve kötü kokar. “Yanmış et, ekşimiş dolma, sasımış tavuk” karışımı bir koku, her tarafı sarmıştır. Ömer’in ev ziyaretlerinin anısı pek değişmez: “Bisküvi tabağından mutlaka bir tel beyaz saçın çıkacağını bilirdim. Limonatanın şekersiz ve ılık olacağını bilirdim, bardakların iyi yıkanmamış lekeli yüzeyini tutmak istemezdim” (s. 38). Eve dair bu intibalar, Ahmet’in kişiliği ve aile hayatı konusunda bilgi edinmemizi sağlar.

İlerleyen bölümlerde Ahmet karakterini biraz daha yakından tanırız. Ahmet zeki ve becerikli bir çocuktur. Yaşına göre olgun davranışlar sergiler. Bozulan ev aletlerini kolayca tamir edebilir. Kitap okumayı çok sever. En çok da Marco Polo’nun ve Napoleon’un maceralarından hoşlanır. Ömer onun odasına girdiğinde bile aldırış etmeden okumayı sürdürür. Kitaplardan örülmüş bir dünyası vardır. Okuduklarını, öğrendiği ilginç bilgileri Ömer’le paylaşır, ama “Sen küçüksün” der, büyüklük taslar arkadaşına. Ömer, Ahmet’i ilgiyle dinlese de onunla ilgilenmesini bekler, birlikte oyun oynamalarını ister. Bu beklentiler, Ahmet’in kendi dünyasından uzaklaşmayı kabul ettiğinde gerçekleşebilir ancak. Ahmet’i sıra dışı kılan unsurlardan biri de sağ ayağındaki iki serçe parmağının birbirine yapışık oluşudur. Bunun dışında çirkin olarak nitelenebilir. Ömer’e göre koca kafalı ve kepçe kulaklıdır. Diken gibi siyah saçları vardır.
Ahmet’in kişiliğine ve fiziksel özelliklerine dair detayları Ömer’in gözünden aktaran yazar, daha sonra kurmaca zamanına dönerek Ahmet ve Ömer arasındaki arkadaşlığı sınayacak önemli bir olayı aktarır. Yaz tatilinin sıcak günlerinden birinde Ömer, arkadaşını arka bahçeye inmeye ikna etmiştir. Ahmet’in kitaplarından kafasını kaldırabilmesi için önemli bir şey olması gerekir. Ömer de Ahmet’e bahçede koca bir fare gördüğünü söyler. Eğer söylediği doğruysa Ömer, Ahmet tarafından ödüllendirilecektir. Bu ödül, Ahmet’in onu öpmesidir. Ömer’in “Erimiş çikolataya benzetirdim onun tarafından öpülmeyi” (s. 41) demesi, aralarındaki dostluğun sınırlarını genişletir. Dolayısıyla yazının başında vurguladığım “korku” sözcüğüne dönersek, Ömer’in Ahmet’ten korkması ve buna rağmen ona hayranlık duyması aşk kavramını akla getirir. Ayrıca Ömer, Ahmet’ten hep utandığını, ayrı kaldıkları zaman arkadaşının onu özlediğini hayal ettiğini söyler. Öykünün sonunda da “Biraz sonra ödülümü alacağımı bilerek içim ürperdi” (s. 43) diyecektir.
Öykünün sonlarına doğru Ahmet ve Ömer, bahçede gerçekleştirdikleri keşif gezisi sonucunda anne fare ve yavrularının yaşadığı yuvayı bulurlar ve yuvanın önünü çalı çırpılarla doldurup ateşe verirler. Anne fare, yavrularını tek tek taşıyıp deliğin başına geldiğinde ellerindeki sopalarla onlara vururlar. Bunu yaparken “heyecan ve tiksintiden” kaskatı kesilmişlerdir. Ömer, öldürme eyleminin yarattığı karmaşık duyguların altında psikolojik bir savaş verse de arzularına yenilir ve bir canlıyı öldürdüğü için merhamet ya da pişmanlık duymaz. Ahmet’in yalnızca zafer ve ölüm hikâyeleriyle ilgilendiğini bildiğinden onaylamadığı hareketler yapmaktan, yalan söylemekten çekinmemiştir. Onun sevgisini kazanmak adına bir canlıyı öldürmeyi göze almıştır. Böylece hem Ahmet’e istediği hikâyeyi vermiş hem de armağanı hak edecek bir şey yapmıştır. Ahmet ise, öykünün ismine gönderme yaparak söylersek, sevgi gösterisinde bulunmak için ölüm istemiştir. Ömer’in öldürme eylemini gerçekleştirdikleri sırada Ahmet’i güçlü bir komutana benzetmesi de onu gözünde ne kadar büyüttüğünün başka bir göstergesidir. Zaten aşk, insanın kendi yarattığı ideale ulaşma çabası değil midir?
Bu noktada öykü bizi sevme eylemi üzerinde düşünmeye iter ve sevgi kavramının psikolojik yönü etrafında bir okuma yapmamıza olanak sağlar. Bilindiği gibi sevgi, psikolojik ve sosyolojik yönleri olan çok boyutlu bir kavramdır. Davranış psikolojisi alanında çalışan psikologlar, çeşitli sevgi kuramları geliştirmişlerdir.[2] Örneğin sevgi (love) ve hoşlanma (like) kavramlarını birbirinden ayıran Zick Rubin’e göre sevgi, üç önemli unsurun kesişme noktasında yer alır: aldırma-önem verme (caring), bağlanma (attachment) ve mahremiyet (intimacy). Bu üç unsuru, Ahmet ve Ömer’in ilişkilerinde gözlemleyebiliriz. Ömer, kendisine aldırmayıp kitap okuyan Ahmet’i bahçeye çağırma konusunda oldukça istekli davranır. Onu etkileyebilmek için sıkça bahçede mavi kanatlı bir kuş ölüsü, boka benzeyen böcek vb. ilginç şeyler gördüğünü söyler. Bağlanma; fiziksel temasta bulunmayı, onaylanmayı ve korunma isteğini beraberinde getirir. Bunu özellikle öykünün son cümlesinden çıkarabiliriz. Ahmet, Ömer’e dönerek, “Şimdi küçük bir armağanı hak ettin” (s. 43) der ve onu öper. Aralarındaki mahremiyet ilişkisinin kanıtıysa başkalarıyla arkadaşlık kurmayı tercih etmeyip yalnızca birlikte vakit geçirmek istemeleridir.
Hendrick ve Hendrick’in geliştirdikleri Sevgi Türleri Kuramı’na (1986) göre altı tür sevgi vardır. Bunlardan biri olan “verici/fedakâr sevgi” yani “agape”, Ömer’in Ahmet’e duyduğu sevgiyi açıklar niteliktedir. Bu sevgi türü, karşısındakini tüm kusurlarına rağmen sevmeyi ve onun iyiliğini kendi iyiliğinden çok düşünmeyi gerektirir. Ömer, fiziksel olarak kusurlu bulduğu, çirkin diye nitelediği, hatta yapışık parmaklarından tiksindiğini söylediği Ahmet’i sever. Sevgisinin karşılığı olarak ödül almayı bekler. Sevginin belirleyicilerinden biri de ödüllendiriciliktir çünkü. Ödülün yarattığı kişisel tatmin, sevgiyi artırır (Özen ve Gülaçtı, 2010). Ömer’in ödülünü alacağını anladığı anda, Ahmet’in tiksindirici diye nitelediği parmaklarını güzel görmesi bunun kanıtıdır: “Sandaletinden iyice fırlamış altıncı parmağına sevgiyle baktım Ahmet’in. Üzerindeki kan damlacıklarıyla harika, benekli bir varlığa dönüşmüştü. Sevimli bir mantar gibi ya da minicik bir böğürtlen” (s. 43). Görüldüğü gibi sevgi, sevilendeki kusurları görmezden gelmeye neden olur.
Okuru sevmenin doğası hakkında düşünmeye sevk eden “Sevmek-Öldürmek” adlı öykü, çocukların masumiyeti konusunda da çıkarımlarda bulunmamızı sağlar. Türker’in öykülerinde çocukluk çağının önemli bir yeri vardır ve birçok öyküsünde problemli çocukluklar geçirmiş kişilerin hikâyelerini aktarır. Aile ilişkilerinin kişinin psikolojisi üzerindeki etkisini göstermeyi seven yazar, psikanalitik kuramla çözümlenebilecek derinlikli öykü kişileri yaratır. Bunu Ağula’da yer alan “Suskun Bir Çocuk” ve “Boş Mermer Yazıları” öykülerinde de görebiliriz. Bu öykülerde ebeveynlerin çocuklarının hayatında uzun bir zaman geçse bile etkisini hissettikleri parçalanmışlıklara, kırılganlıklara ve yalnızlıklara sebebiyet verdiklerini anlatır. Zaten Türker’in öykü kişileri, yalnızlıkla hemhâl olan insanlardır. Türker’in öykücülüğünü değerlendiren M. Sadık Aslankara’nın vurguladığı gibi, “Öykü, roman, bütün anlatılarında, çevresinde en yakınlarınca bile bir türlü yerli yerine konulamamış, yalnızlığı tanrısal yazgı bellemiş insanlar görüyoruz hep”.[3]“Sevmek-Öldürmek” öyküsünde de Ömer’in ailesine dair bilgi edinemeyiz ama Ahmet’in ailesinde kimi sorunların bulunduğunu, Ahmet’in de bir tür sevgi arayışı içinde olduğunu sezeriz. Ancak bu sevgi, hem seveni hem de sevileni masumiyetten uzaklaştırır ve sevginin yıkıcı tarafını gösterir bize. Ayrıca tüm bu yıkıcılığa rağmen neden hâlâ sevmeye devam ettiğimizi sorgulatır.
Edebiyat sahasında, çocukların masumiyetine yönelik ilk ciddi itirazlardan biri Sineklerin Tanrısı’nı yazan William Golding’e aittir. Golding, atom savaşları sırasında belirsiz bir gelecekte geçen distopik romanında ıssız bir adaya düşen çocukların masumiyetlerini nasıl yitirdiklerini alegorik bir düzlemde ele alır. Büyüklerin olmadığı bir ortamda huzur içinde yaşayan, okul çağında ve farklı yaşlarda olan çocuklar arasında zamanla iktidar ilişkileri gelişmeye başlar. Çocukların yaşadıkları ekseninde uygarlık kavramına çeşitli eleştiriler getiren Golding, insan doğasının kötülüğünü gözler önüne serer. Güç ve iktidar yaratma isteğinin sonucu olarak çocuklar şiddete başvurmaya, hatta birbirlerini öldürmeye başlarlar.

Çocukların masum olduğuna inanmayan başka bir yazar da Yukio Mişima’dır. Mişima, otobiyografik öğeler de içeren Denizi Yitiren Denizci romanında yine okul çağında olan ve refah koşullarda yaşayan bir çocuk çetesinin masumiyetten nasıl uzaklaştıklarını gösterir. Boş zamanlarında buluşan; aile, toplum ve eğitim hakkında sohbet eden bu çocukların nihilizme kayan fikirleri vardır. Her türlü duygudan arınmak istedikleri için kendilerini teste tabi tutarlar ve şiddete başvururlar. Kitapta yer alan bir kedi öldürme sahnesi, “Sevmek-Öldürmek” öyküsündeki fare öldürme sahnesiyle benzerlik gösterir. Ömer, fareyi öldürdükten sonra nasıl “Zevkten dört köşe olarak toprağa sırtüstü attık kendimizi” (s. 43) demişse, Denizi Yitiren Denizci romanında da öldürme sırasında kütüğün üstüne saçılan kan, çocuk çetesini coşturur. Tabii Mişima’nın şiddeti meşru göstermesinin politik nedenleri vardır. “Sevmek-Öldürmek” öyküsünde ise, şiddet teması yalnızca sevme eylemi ekseninde ele alınabilir. Çünkü Bahanur Garan Gökşen’in de belirttiği gibi bu öyküde yazar, “eylemlerimizin iyi ya da kötü olarak tanımlanmasında arzularımızın rolü nedir diye düşündürür bizi”.[4] Bu bağlamda kısa ama sert ve yoğun bir öykü olarak nitelenebilir “Sevmek-Öldürmek”. Daracık bir kelime dünyasına kocaman bir anlam/yorum dünyası sığdırmıştır yazar.
Sibel K. Türker, neredeyse her öyküsünde farklı konular işleyen ve bizi bambaşka dünyalara götüren bir yazar. Yazma eylemi üzerine düşünmesi, yazının neliğini konu edinmesi, imge yüklü şiirsel ifadeler kullanması, anlatımı geri plana itip imgelem dünyasını öne çıkarmaya çalışması onun öykücülüğünün temel niteliklerini oluşturur. “Öykü en insani, en akli, en tutarlı ve hatta aceleci tarafımızla yazılmalıdır. Dağılmamalıdır, kahve lekesi gibi genişlememelidir”[5] diyen Türker, kısa kurmacanın matematiğini iyi hesap etmiş bir yazar olarak anı, otobiyografi, blog yazısı gibi türlerin alanına girmeden öykü türünün nitelikli ve özgün örneklerini verir. Roman sahasında da bir hayli üretken olan Sibel K. Türker, 2000’ler sonrası edebiyatının çok popüler olmayan ancak kendi yolunda emin adımlarla yürüyen isimlerinden biridir. Ağula’nın, kitabın tematik dünyasına gönderme yapan giriş metninde “İçine akıttığın sadece birkaç damla. / Yazarın içtiğinden… / Öldürmez. / Öyleyse bu kitabın okuyanı da içsin” (s. 13) diye seslenir okuruna. Yazı zehirli bir şeyse zehrin bir kısmını okur tadacaktır. Yeter ki bu zehri içmeye gönüllü olup zehrin seyreltilmesinin yine yazıyla mümkün olacağını bilelim.
Sibel Yılmaz
[1] Kitaptan yapılan tüm alıntılar için bak.: Sibel K. Türker, Ağula, Can Yayınları, İstanbul, 2007.
[2] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bak.: Yener Özen ve Fikret Gülaçtı, “Duyuşsal Alan Öğrenilerinden Sevgi ve Sevgi Kuramları (Sevgiye Dair Söylenceler)”, ODÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.1, S.2, Aralık 2010, s. 135-149.