“Evlilik Ülkesinin çoğunluğu pişmanlardan oluşur, Pişmanlık Ülkesinin çoğunluğu da evlilerden.”
Sir H. Smith Maytown

Bir sahaf safarisi sırasında bir defter geçti elimize. Ucuza kapattık. Eve gelip defteri incelemeye başladık. “Ânı yaşayamadık, bari anımız olsun” diye bir not düşülmüştü ilk sayfasına eski İngilizceyle. Bir de yukarıda okuduğunuz veciz söz. Güçlükle okunan bir el yazısı. El yazısını güçlükle de olsun çözdük ve işin ehli çevirmenlere başvurduk.

Araştırmalarımız sonucunda, bahse konu defterin 17. yüzyıl başlarında yaşamış enteresan bir şahsa ait olduğunu anladık; evet, Sir Smith. Sir Maytown kraliyete hizmet etmiş, gizli görevlerde bulunmuş bir adam. Tahmin edebileceğiniz gibi İngiliz. İnanılmaz ayrıntılar var defterde. Yazdıklarından anladığımız kadarıyla dönemin edebiyat piyasasında da etkin bir isim. Shakespeare’den “Şeko” diye bahsetmiş günlüğünde. Aralarında derin bir münasebet var, güçlü bir dostluk var anladığımız kadarıyla. Fakat edebiyat ortamlarında adını ve kimliğini gizlemiş Sir Smith. Müstear isimlerle makaleler, eleştiriler ve hatta oyunlar yazmış. Bu kadar mühim adam, nasıl gizlemiş, nasıl gizleyebilir kendini demeyin. Olur sevgili okur, bizde de örnekleri var. Tıpkı MŞE gibi, HSM müstearını kullanmış uzun süre.

Sir H. Smith Maytown

Sir Smith’in defterinde aforizmamsı notlar, bazen iç dökmeler, özel hayatına ilişkin ayrıntılar, edebiyat ve kültür hayatına dair eleştirileri ve anıları var. Dönemin kasım kasım gezinen edebiyatçıları hakkında bakın ne yazmış: “Hayır anlamıyorum yani ne bu havalar! Olum siz Şeko musunuz? Beş yüzyıl sonra, ne beş yüzü lan yirmi yıl sonra, ne adınız ne yazdıklarınız kalacak. Ama bi havalar bi havalar, sanırsın evde ejderhaları var! Bunlara hadlerini bildirmek lazım. Ya da bırakmalı kendi hallerine, gülecek bir şeyimiz oluyor en azından.”

Sir Smith’in defterini okudukça hayret ve hayranlıkla kalakalıyoruz doğrusu. Sanki yüzyıllar öncesinde değil de bugün yazılmış gibi. Söylenecek çok şey var ama lafı uzatmadan, Sir H. Smith’in defterinden binbir zahmetle deşifre edip çevirdiğimiz parçaları aktaralım. Günlüklerin çoğunda tarih belirtilmemiş, o nedenle farklı tarihlerde yazıldığı aşikar olanları üç nokta ile ayırdık. Dipnotlar, Parşömen olarak bize ait.

İşte Sir Smith’in günlüğünden parçalar:

“İkindi vakti, kafede takılıyordum. Oyun yazarlığına heves etmiş bir genç geldi. Bir yerlerden duymuş beni. Tutturdu, üstadım bana yazma önerisi ver diye. Bir iki oyaladım ama baktım ısrarcı. Çay filan ısmarladı, nargileler getirtti masaya. Eh dedim, dinle o zaman. Yazmak istiyorsan yaz. Bir kuş tüyüne, biraz parşömene bakar. Yeteneğe aldırma. Biz kimleri biliyoruz, yazdıkça iyileşir. Önemli olan yazma arzusudur. Yazmak istemiyorsan yazma. Mecbur değilsin. Git başka bir şey yap. Ahşap oy mesela, heykel yap, kağıttan daha çok dayanır.”

(…)

“Geçen gün Şeko’ya[1] uğradım, yeni bir oyun üzerinde çalışıyormuş. Heyecanlandım haliyle. Ama Şeko’nun keyfi yoktu pek. Piyasanın durumundan, diğer oyun yazarlarının kifayetsizliklerinden bahsetti. Bazıları fazla pohpohlanıyormuş. Yok birbirlerini çok tutuyorlarmış, ölümüne övüyorlarmış, yok yazardan çok çeteye benziyorlarmış… Falan filan. Kimseyi beğenmiyordu. İşin garibi, kimse de onu beğenmiyor. Ama bir araya geldiklerinde, pub’ta meyhanede filan karşılaştıklarında nezaketi de elden bırakmıyorlar. Birbirleriyle saygılı sevgili bir üslupla konuşuyorlar. Bu edebiyatçı tayfası bir garip azizim! Okuyacaksın ama tanışmayacaksın vallahi. Gayya kuyusu gibiler.”

(…)

“Şeko aslında iyi çocuktur ama bu oyun yazma işlerinden sonra bozdu kendini epey. Oysa soneleri ne güzeldi, keşke sonelere devam etseydi. Tabi söyleyemiyorum bunu ona. Bir sütlü çayını içip sıvıştım muhabbetten. Seni tutmayayım dedim, sen devam et oyununa. Kalkarken, Aman abi, dedi, dünya bir oyun sahnesi değil mi zaten, hepimiz de birer oyuncu değil miyiz aslında? Sıramız gelince…

Sözünü kestim. Acil işim var Şeko dedim. İyi hoş çocuk da bazen muhabbeti hiç çekilmiyor.”

(…)

“Uzun süredir genç edebiyatçıların takıldığı yerlere gitmiyordum. Yeni çıkan kitaplara da bakmıyordum pek. Evde oturup klasikleri[2] okuyordum, kafam rahattı doğrusu. Sonra bir akşamüstü hafakanlar bastı, çıkayım da iki insan yüzü göreyim dedim. Demez olaydım! Yolda epeydir görmediğim bir yeniyetme yazarla karşılaştık, bırakmadı peşimi. İlla içelim diye tutturdu. Kim sokuyorsa bunların kafalarına sanatçı adam çok içer diye… Sonra birkaç arkadaşı daha geldi. O Lord, ne saçma bir muhabbet döndü, tahmin bile edemezsiniz. Kendilerini, kendi kendilerine göklere çıkarmalar mı dersiniz, daha bir oyunu dahi oynanmamışların kendini üstat zannetmesi mi dersiniz, neler neler!

Neyse ki birkaç kadeh yuvarladıktan sonra bir bahaneyle oradan da sıvışabildim.”

(…)

Küre’ye uğradım bugün.[3] Londra’da ilk kez sahnelendi Othello’nun Trajedisi.[4] Şeko çok heyecanlıydı. Beraber izledik oyunu. Tabii o, oyunu değil izleyenleri izledi, tepkilerini ölçtü. Yerinde duramadı. Oyun bitiminde alçak gönüllülükle övgüleri kabul etti. Yalnız kaldığımızda gerçek yüzünü gösterdi. Çok mutsuzdu. Kimse beğenmedi oyunu, dedi. İnanmıyordu övgülere. İşin kötüsü, yergilere de kulak asmıyordu. Ah bu Şeko, kırk yaşında bir tuhaf çocuk!

Dayısı ve yengesigil de uğradılar tiyatroya. Gurur duyduk evlat, dediler Şeko’ya. Beğendiniz mi dayıcım? diye heyecanla atıldı bizimki hemen. Yok oğlum, yengen kapalı yerde duramıyor, yani gurur duyuyoruz senle genel olarak, izlememize gerek yok dedi dayı bey. Umursamaz göründü Şeko ama tanırım ben onu, çok koydu ona bu sözler. Sabaha kadar içtik.

Güneşin doğmasına az kalmıştı. Küre’nin içinde iki kar tanesi gibi kalmıştık. İş bu ya, dışarda da ince ince kar yağıyordu. Çok kederlendi Şeko, tiyatro işi yormuştu onu. Oyunları halkın beğeneceği şekilde yazıyor, oyunları teveccüh görüyor, beğeniliyor, bolca alkışlanıyordu. Gelip onu tebrik edenlere gülümseyerek mukabele etse de aslında bu ilgiden memnun olmuyor, oyunlarını severek izleyen halkın arkasından cahil cühela tipler, ne anlar bunlar tiyatrodan diye saydırıyordu. O gece de başladı, Yeteneğimi yedi bunlar benim lan, lanet olsun diye nara atmaya. Tiyatronun idari işleri ise başka dertti, muhasebesi, vergisi, zabıtası… Kederlendikçe dayadım mis gibi şarabı önüne, dayıoğlu yeni göndermişti Galler’den. Şişenin dibini görmüştük, kar durmuştu, biz de durduk sonunda. Şeko, şiire ihanet ettiği için kendine sövmeye başladı. Nihayet sızarken duyabildiklerim şunlar oldu:

This were to be new made when thou art old,
And see thy blood warm when thou feel’st it cold.[5]

Anlaşılan, orta yaş bunalımına girmiş bizim oğlan. Kırkında azanı teneşir paklar ya, neyse. Belli ki genç bir tiyatrocu oğlana abayı yakmış. Hayra çıkar inşallah!”

***

Ey okur, aslında defterden aktardıklarımızı burada bitirecektik. İngiliz kültür ve edebiyatını yerle bir edecek bir kanıta ulaşmış olduğumuz halde, “bilmesi gerekenler prensibi” gereğince bu bilgileri ifşa etmeyi uygun görmemiştik. Ve fakat büyük ilim adamı ve tarihçi Kadir Mısıroğlu, bizim kamu yararına gizlediğimiz bu bilgiyi birkaç yıl öncesinde faş edip Shakespeare’in aslında Müslüman olduğunu ve gerçek adının Şeyh Pir olduğunu açıklamıştı (inanmayanlar buradan bakabilirler). Lakin pek ciddiye alınmamıştı bu bilgi o zamanlar. Güneş balçıkla sıvanmaz, zamanı geldiğinde ayın ondördü gibi parlar. İşte Sir H. Smith Maytown’un günlüğünden, Kadir Mısırlıoğlu’nun iddiasını destekleyen kısımlar:

Şeko, uzunca bir süredir ortalarda görünmüyordu. Küre’yi (Globe Theatre’ı kastediyor – ç.n.) kendi haline bırakıp gitmişti. Arada kafayı dinlemek için dayısı Richard Lloyd’un Chesterfield’deki tütün tarlalarına kaçar, dayısının “take your time” prensibine uyarak günlerini yavaş geçirir idi. Tütün işçiliğinin bedenini yormasını fırsat bilerek kafasını dinlendirirdi. Ama dayısına da sordurttum, orada da yoktu işte.

Ben Şeko’yu unutmuş, daha doğrusu ondan umudu kesmiştim. Herhalde takıldığı genç sevgililerinden birinin belalısı Şeko’nun böğrüne emaneti vermişti, diye düşünüyordum. Genç ve yakışıklı cesedi de, herhalde, bahardaki taşkınlarda Thames Nehri’ndeki balıkçılar tarafından bulunurdu. Kendimi her zamanki gibi edebiyat ortamının ılık sularına bıraktım, dostumun yasını içime gömüp kendimi avutmaya çalıştım. Çok da zor olmadı. Edebiyatın büyük sorunları, dedikoduları, yarışma jürileri, ödül törenleri, genç edebiyatçıların yalakalıkları sayesinde Şeko’yu unuttum gitti.

Ta ki bir gün kapım acı acı vurulana kadar. Karşımda genç mi yaşlı mı olduğu belli olmayan bir adam duruyordu ama hacı sakalına hürmeten “buyur hacı amca” çekip içeri buyur ettim. Sütlü çay faslına geçtik tabii hemen, çünkü İngilizliğin en önemli işareti, malumunuz, bu ritüeldir. Emektar hizmetçim Bayan Brown, çay servisini halledip mutfağa çekildiğinde hacı amcayla başbaşa kaldık. İşte o zaman dostumu tanıdım. Şeko diye koşturup dostumun üstüne atılmadım elbet, çünkü İngilizim ben. Ne kadar şaşırsam da serinkanlılığımdan zerre ödün vermem. Bu yüzden, sakince sordum: “Hayırdır hacı Şeko, hacca mı gittin geldin?” Gevrek ve gevşek bir gülümseme eşliğinde yaptığım bu latifenin Şeko’yu da gülümseteceğini bekliyordum. Heyhat! Öyle olmadı. Şeko, yeni adıyla Şeyh Pir, nerdeyse göbeğine kadar inen kırçıllı sakalını çekiştirip “Evet, hac vazifemizi de eda ettik Allahın izniyle” deyiverdi. Sonra da Britanya olarak Evropa kültürünü terk edip bağımsızlaşmamız gerektiğinden dem vurmaya başladı.

Bir gün bu hatıratımı bulup okuma talihsizliğine erişecek olan sevgili okur; canım dostum, büyük şair Şeko’nun neler yaşadığını anlatsam sen bile inanmazsın. Hem de açıkçası çok işime gelmiyor anlatmak. Şeko’nun doğuya ait bir figür olarak kabul edilmesi riskini taşır bu. Sana şu kadarını söyleyeyim; Şeko’yu tekrar tiyatroya ısındırmak, biraya tekrar alıştırıp genç sevgililerinin koynuna atmak suretiyle şiirler yazmasını sağlamak için bütün edebiyat jürilerinden elimi eteğimi çektim (ayıptır söylemesi Britanya genelinde tam 12 jürinin başkanlığını yürütüyordum o sıralarda).

Şu satırları yazdığım sırada, artık çok şükür, o melun günleri atlatmış bulunmaktayız. Şeko, gene Küre’nin başında ardarda oyunlar yazıp sahneliyor ve bağışlayın beni, paraya para demiyor.

Sir Smith’in günlüğünden yeni kısımların peşindeyiz. Bulduğumuzda siz değerli okurlarımız için hiçbir masraftan kaçınmayıp yayımlayacağız.


[1] William Shakespeare’i (1564-1616) kastediyor.

[2] Klasikler derken eski Yunan tragedyalarını kastediyor olmalı.

[3] Shakespeare’in sahibi, yöneticisi ve aynı zamanda hizmetkârı olduğu Globe Theatre’ı kastediyor.

[4] Tarih belirtilmemiş ama oyunun ilk gösteriminin 1 Kasım 1604’de yapıldığını biliyoruz.

[5] “O, sen yaşlandığında yeniler varlığını / Soğuktan donan kanın duyar ısındığını.” (Çeviren Talat Sait Halman)