28.Ekim.20
Mahir Ünsal Eriş’in yeni kitabı [roman ya da uzun hikaye de denebilir] Diğerleri’ni okudum. Birkaç yıl önce yayımlanan Öbürküler’in bir karakteri, Sacide, İstanbul’a okumaya gelmiştir. Yine bir “korkunç” olaya maruz kalır, olaylar gelişir… Mahir’in bu serideki dili, okuru zorlamayan bir dil. Bir oturuşta okunabilecek iki roman var elimizde.
Mahir, serinin ilk kitabı Öbürküler’i Refik Halid Karay ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’a ithaf etmişti. Diğerleri ise Kemal Tahir’e ithaf edilmiş. Bu ithafların romanların konusuyla, içeriğiyle ve belki biraz da üslubuyla bağlantısı var elbette.
İlk kitap 60’lı yıllarda, ikinci kitap 70’lerin Türkiye’sinde geçiyor. Bir üçleme olacağını bildiğimiz bu serinin üçüncü kitabı 80’lerde geçecek galiba. Bakalım.
3.Kasım.20
El kadar bebelerin günler sonra enkaz altından çıkarılmasına sevinmeyecek yoktur herhalde. Ve fakat bu olayı anarken mucize sözcüğünü bonkörce kullanmanız, sizi –belki de gitmek istemediğiniz– tuhaf noktalara götürecektir. Çünkü tersi düşünülse de, söylem de düşüncenizi, algınızı yönlendirir. Mucize dediğiniz anda bir kapıyı aralamış olursunuz: Hem düşüncenizde hem de dilinizde aralanan bu kapıdan içeri tanrısal lügatin sözcükleri usul usul girer. Çünkü mucize, tanrı’nın (tanrıların) işidir. İnsanın değil.
Mucize, aklın sınırlarının dışında gerçekleşir. Dolayısıyla mucizeyle karşılaştığınızda akıl yürütmezsiniz, neden-sonuç ilişkisi kurmazsınız. [Buna gerek yoktur çünkü mucizeler akılla kavranacak olaylar değildir.] Kuramadığınız zaman da el kadar çocukların günlerce enkaz altında kalmasının nedenini sorgulamaktan uzaklaşırsınız. Çünkü bir mucize gerçekleşmiştir. Sorgulamadığınız zaman, bu işin sorumlularından hesap sormaktan da uzaklaşırsınız. Bu, şu demektir: Çocuklar enkaz altında kalmaya devam edecek. Elbette mucizeler de. Mucizeler de devam edecek.
Mucize’nin açtığı düşünce yolundan ilerlediğinizde, er ya da geç varacağınız nokta şudur: En büyük mucizeler Japonya’da görülür. Çünkü Anadolu’da onlarca kişinin ölümüne neden olan deprem, aynı şiddette Japonya’da meydana geldiğinde kimsenin burnu bile kanamaz. Bu, sorarım size, mucize değil de nedir?
İşte bu yüzden, tam da bu yüzden, en büyük mucizelere Japonya’da şahit olunur. Çünkü burada bir çocuğu yaşatan mucize, orada yüzlerce insanı yaşatmaktadır.

4.Kasım.20
Televizyon izlerken gördüğüm adamlar, televizyona çıkan muhteremler beni ifrit ediyor. Öfkeleniyorum, çok sinirlendiğimde olduğu üzere kızarıyorum ve karnım ağrıyor. [Daha doğrusu ameliyat olduğum yer ağrımaya başlıyor öfkelendiğimde.] Tabii böylesi durumlarda öfke atımın terkisine küfürleri bindiriyorum. Oysa Oktay Rifat, Karga ile Tilki kitabında yer alan “Mehmet Bey” adlı şiirde ne incelikli söylemiş. Okudukça yüreğim soğuyor, içim ferahlıyor:
“Dövmeli bu herifi sevgilim
Sokak ortasında akşamüstü
Sonra bir temiz rakı içmeli
Çağırıp eve eşi dostu”
Gerçi, Oktay Rifat’ın dövmek istediği Mehmet Bey’in aksine, benim dövmek istediğim adamları sokakta görmek çok zor. Yalnız kıstırmaksa imkansız.
5.Kasım.20
İnsan habistir. Kötüdür, bencildir, kıskançtır, açgözlüdür. Katildir. Yalnızca birbirini, ta Habil’den beri kardeşlerini katletmekle yetinmez; yeryüzünü birlikte paylaştığı ne kadar canlı varsa hepsine zulmeder. Onları pişirerek ve çoğu zaman çiğ çiğ yer. Hayvanları hapseder, adına hayvanat bahçesi der. Laboratuvarlarda hapseder, işkence eder, öldürür; adına bilim der. Tanrı’yı icat eder; ona güzel özellikler atfeder, ona inanır, ona ibadet eder. Nedir, bunu elbette güzellikle yapmaz. İnsanlığın ilk gününden beri ortaya çıkan yüzlerce tanrıyı bir kenara itip yalnızca ve yalnızca kendi tanrısına inanmakta bir beis görmediği gibi, kendisi dışındaki herkesin de kendi biricik tanrısına inanmasını ister. Elbette bunu da güzellikle yapmaz. Kendi tanrısına inanmadıkları için ya da inansınlar diye başkalarını öldürür, vatanlarını işgal eder, tecavüz eder, yağmalar. [Biz bunları mabadımızdan uydurmuyoruz ey okur. Tarih denen en büyük hard disk’e bakıp söylüyoruz.]
İnsan aynı zamanda iyidir. Güzeldir, düşüncelidir, inceliklidir. Çevresini güzelleştirir. Dünyayı paylaştığı canlılara zulmetmez. Zorda kalanın yardımına koşar, dayanışma gösterir. Sanat diye bir şey icat etmiştir. Resim yapar, hikaye anlatır, şarkı söyler, enstrüman çalar. Ölüsünün bile faydası vardır dünyaya. Cansız bedeninden başka canlılar beslenir. Mezarından çiçekler fışkırır. Kimseye zulmetmez. Kimseyi zor kullanarak bir şeye, bir tanrıya, bir ideolojiye inandırmaya çalışmaz. Dostlarının, arkadaşlarının, hatta tanımadığı insanların başına gelen iyi şeylere sevinir; onların dertleriyle kederlenir.
İnsan, işte bu ikisidir. Ve daha bir sürü şey.
İnsanın ne olduğu üzerine sayfalarca yazılabilir. Yazılmıştır da. Çünkü bu alan üzerinde kalem oynatmak oldukça konforludur. Başınız ağrımaz, mideniz yanmaz. İstediğinizi söyleyebilirsiniz, çünkü yalan olmaz.
Bir de insanı ikiye, üçe, beşe ayıranlar vardır.

Sözgelimi, Reha Erdem’in en sevdiğim filmi Korkuyorum Anne’deki Terzi Neriman, kadınları bellerinin kalınlığına-inceliğine ve bu kalınlıktan-incelikten memnun olup olmamalarına göre ayırır. Filmdeki kasap [ki Bülent Emin Yarar müthiş canlandırır bu karakteri], “İnsan nedir? Et, kemik, yağ, sinir.” der. Kimileri, tarih boyunca, insanın bundan ibaret olmadığına, bir ruh taşıdığına inanmıştır. Sonra da işi gücü bırakıp öldükten sonra ruh’un başına neler geldiği üzerine kafa patlatmıştır. Kafa patlatmış dediysek, bir bulguya ulaşmıştır demedik. Yalnızca birtakım varsayımları inanca dönüştürüp onlara sarılmıştır, o kadar.
Sinek Isırıklarının Müellifi romanında, şöyle der Barış Bıçakçı: “…bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendisine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs’at O. Bener okurudur.” Bizim bakkala sorsanız, “peşin alanlar” ile “deftere yazdıranlar” diye ayırabilir insanı. Bu ayrımların, tanımların ucu bucağı yok. Ama “insan nedir?” sorusunun en şaşmaz ve kestirme yanıtı, aynada saklıdır.

Kitapları okumanın da doğru zamanları var belki. Ne zamandır okumak istediğim Zabel Yesayan’ın Son Kadeh’ine el attım ama nafile, kitap beni dışına attı. Okuyamadım. Belki, çeviride tercih edilen eski dil ve eski sözcükler yüzünden. Emin değilim. Bir süre sonra tekrar denemek gerekir, emin olmak için.
Sonra Oktay Rifat’a el attım. Hem şiirlerine hem de Bir Kadının Penceresinden romanına. Filiz, birkaç gün benimle birlikteydi sanki. İş yerime de geldi, etrafa yadırgı gözlerle baktı. Sıkıntılıydı. Daha öğrenmemişti Selim’in vurulduğunu. Ama sanki seziyordu, bunun sıkıntısı vardı üstünde.
Romanın bir yerinde, “Her insanda olan Filiz’de de vardı.” diye yazmış Oktay Rifat. Belki bu yüzden, belki de başkaca nedenlerden, unutmam mümkün değil Filiz’i.
***
Şair, Bir Kadının Penceresinden romanının sonuna “Altınova, 1975” notunu düşmüş. O, bu notu düşünce, benim aklıma da İlhan Durusel’in “Oktay Rifat’a Karşı Konuşma” başlıklı mektup-yazısı düştü tabii.
Bir yerinde şöyle yazmış Durusel:
Avukattınız siz, değil mi? Savunman. Söz Savunman’ın. Emekli falan oldunuz mu? Tekaüt maaşınızı almak için kuyruklarda beklediniz mi siz de? Vakıflar Bankası, Nokta Durağı şubesinde, bir Şubat sabahı kalbiniz tuttu mu kuyrukta? Şekeriniz çıktı mı? Tansiyoncu gelip oturdu mu kahvede masanıza? Hiç kirada oturdunuz mu Oktay bey? Size “Bay Horozcu” diye hitap eden, sizin siz olduğunuzu bilmeyenler oldu mu hayatınızda? Pelitköylü bir yargıç? Altınovalı mübaşir? Edremitli bir müddeiumumi? Ayvalıklı balıkçılar mesela, tahta divanların üstünde papalina satan çorapsızlar?

Bir film yapılsa. Oktay Rifat karakterini Fatih Al oynar. Çok da güzel olur. Belki biraz kilo vermesi gerekir, o kadar.
***
Bugün John Berger’in doğum günüymüş.
12 Aralık 2014’te, The Guardian’da yayımlanan yazısında şöyle diyordu Berger, zamanında çevirip yayımlamıştım:
Gerçek çeviri, iki dil arasındaki ikili bir ilişkiden değil, üçlü bir ilişkiden oluşur. Üçgenin üçüncü noktasında, orijinal metnin sözcüklerinin –yazılmadan önce– altında ne yattığı vardır. Gerçek çeviri, dil-öncesine dönüşü gerektirir. Sözcükleri harekete geçiren sezgi ve deneyime ulaşmak ve dokunmak için orijinal metindeki sözcükler okunur ve tekrar okunur. Daha sonra, orada kurulan ve titrek halde bulunan bu neredeyse sözcüksüz “şey” alınır ve çevrilecek olan dilin ardına yerleştirilir. Ve şimdi asıl iş, yazılmayı bekleyen “bu şeyin” misafir olacağı dili, misafirini kabul etmesi ve ona sıcak bir karşılama yapması için ikna etmektir.
Ve şöyle bitiriyordu yazıyı: “Başkaları beni bir yazar olarak görebilirler. Bence ben, hovarda bir hatunun oğluyum ve bu hovarda hatunun kim olduğunu tahmin edebilirsiniz değil mi?”
Evet. Dil denen hovarda hatunun oğullarından biriydi Berger.
Onur Çalı