Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)
4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 322. Gün:
JANE AUSTEN
Birkaç ay önce, The Guardian’da çıkan habere göre, Jane Austen’ın Chawton’daki, hayatının son sekiz yılını yaşadığı ve tüm romanlarını yazdığı (6 roman) müze evi koronavirüs salgını nedeniyle kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış.
Jane Austen hayranlarının, üç yıl önce ziyaretçileri arasında olduğum müzenin -etkileyici ziyaretçi mektuplarına bakarak söyleyecek olursam- tamamen kapanmasına izin vermeyeceklerini umuyorum. Tanınmış yazarların müze olan evleri daima ilgi çeker ve o mekanda elle tutulur gerçekler efsane ile kucaklaşarak, ziyaretçilere daha önce deneyimlemedikleri bir duygu yaşatır.

Yazarın kısa hayatının en önemli günü için şu not düşülmüş:
“29 Ocak 1813’de Jane Austen bir süre ağabeyinin yanında kalan kız kardeşi Cassandra’ya Chawton’dan yazdığı mektupta, yeni romanı Gurur ve Önyargı’nın (Pride and Prejudice) ilk kopyasını -deri kaplı üç bölüm halinde- eline aldığını söyler ve kitaptan ‘benim sevgili çocuğum’ diye söz eder. O gün, yazarın yaşamında en heyecanlı ve sevinçli günlerden biridir. Bu mektubun önemi, Jane’in en ünlü romanının basımını haber vermesidir. O yıllarda, çok az romanın piyasaya çıktığı ve yazarın evlenmemiş bir kadın olduğu düşünülürse, bu bir başarı sayılmalıdır.”

Hakkındaki diğer bilgilerden bazıları da şöyle:
“Austen, her gün kahvaltı sonrası yazmaya otururdu. Bazı akşamlar oturma odasından romanlarını yazdığı kendi odasına koşturup, unutmadan bir kaç cümle not ettiği söylentisi yaygındır. Bir sehpa büyüklüğündeki yazı masası ölümünden sonra evin yaşlı hizmetçisine verilmişse de sonraki yıllarda müze olan eve geri getirilmiştir. Jane, dışa kapalı bir hayat yaşadı. Evlenmedi. Çocuğu olmadı. Bir gençle nişanlanmayı kabul ettiğinin ertesi sabahı ona bir mektup yazarak nişanı bozdu. Romanlarına çocukları gözüyle baktı. Bağımsız bir yaşam sürdürmeyerek anne-babası ve kardeşleriyle birlikte oldu. Yeğenlerine düşkün bir teyze oldu. Fransız devrimi ve Napolyoncu savaşlar sırasında yaşadı. Dönemi, İngiliz deniz savaşları tarihinin en fırtınalı zamanıydı. İki erkek kardeşi de küçük yaşlarda orduya katılarak deniz subayı oldular. 18 Temmuz 1817’de 41 yaşında ölen Jane Austen, romanlarıyla (Gurur ve Önyargı, Akıl ve Tutku, Northanger Manastırı, Mansfield Park, Emma, İkna) İngiliz romancılığının çehresini değiştiren en büyük yazarlardan biri olarak tanınıyor.”
(Kaynak ve fotoğraflar: Jane Austen Evi Müzesi, Chawton, İngiltere)
324. Gün:
KORKULARIMDAN KORKUYORDUM
Korktuğum zaman annem bana su içirirdi. Babaannem de baş parmağımı ağzımın içine sokup damağıma bastırmayı öğretmişti. Bunlar korkmaya iyi gelirdi. Çocukken böhlü cöhlü korkularımın yerini büyüyünce gerçek korkular aldı.
Onlar, irkilten ani korkular değildi. Sinsi, insanın içini bir burgu gibi oyan, beklenmeyen anda hayatımı allak bullak etmeye kurgulanmış ağır korkulardı. Soyut bir gelecek korkusu taşımıyorlardı. Somut ve tanımlanabilir korkulardı.
1. Karımın çocuk doğururken ölmesi
2. Beş yaşındaki oğlumun kaybolması
3. Oğlum küçükken annesinin ölmesi
4. Ölümcül hastalanmam veya karımın hastalanması
5. Sakat kalmam
Kafamın içinde bu tür korkular cirit atıyordu. Çünkü, hayatta bunlar da vardı ve ben çocukken 3 numarayı yaşamıştım.
Öyle ufak tefek, cılız korkular beni kesmiyordu; korkusundan caddede karşıdan karşıya geçemeyenlere, asansöre binemeyenlere, yükseklere çıkamayanlara, kabus görmekten, göze gelmekten korkanlara falan gülüp geçiyordum.
Okuduğum kitaplarda ve seyrettiğim filmlerde korkularımı besleyen örneklere rastlamam haklılığımı gösteriyordu. Korkularla ilgili her yazılana göz atıyor, her söylenene kulak veriyordum. Birini anımsıyorum. Yazar, “Her korkumuzun ayrı bir şablonu vardır. Bu şablonlar üst üste geldiğinde, hayatımızda yaşayacak alan kalmaz” dediğinde, tam da beni anlatmış oluyordu. Böylece, yazardan korkularımı üst üste getirmemem gerektiğini öğrendim. Ne zaman korkularımdan biri beni ziyarete gelse, hemen kapıyı kilitleyip öbür korkularımı dışarda bırakmayı başarıyordum.
Ancak, korkuların hayatın matematiğinde olasılık hesabı içinde ele alınması lazımken, benim abuk sabuk hezeyanlarımın gerçeküstü ürünü olan korkularımı yönetmenin çok da zor olmadığını zamanla öğrenecektim. O, bizi yaşlandırdığı için kendisine çok kızdığımız canavar zaman, her zaman canavar değildir. Düşünecek olursak: O, bir bebeğin doğumunu baştan sona olaysızca düzenleyecek kadar da şefkatlidir.
Korkularımı atmama yardımcı olan, gerçeğin korkunun kendisinden daha az endişe verici ve ürkütücü olduğunu anlamamdı. Bunun için de başınıza korktuğunuz şeylerden birinin gelmesi gerekir. Gerçekle yüzyüze kalmak kadar cesareti artıran bir durum yoktur. Hayat, kendine karşı mücadele edene saygılı davranır. Bir trajedi tiyatrosunda kahraman sahnede boşuna mı “Kaderi gırtlağından yakalayacağım!” diye bas bas bağırıyordu. Bunu yapabildiğinizi gördüğünüzde özgüveniniz doruklara tırmanır ve korkusuzluk bayrağını en tepeye diker.
Korkularımdan asıl kurtuluşum: Birçok korkumun zamanla geride kalıp gerçekleşmemesini gördüğümde oldu. Düşünün: Çocuğunuzun beş yaşında kaybolacağı korkunuz bir karasabanlı karabasan gibi aylarca, yıllarca sizin duygu toprağınızı deşerken, birdenbire çocuğunuzun beşinci yaş günü gelmiş de geçmiş ve hatta, o, on yaşına girmiş. Artık korkunuz kalır mı? Kalmaz. Bende de öyle oldu. Birçok korkumdan, korkularımın son kullanma tarihi geçince kurtuldum.
Slogancı bulabilirsiniz, ama şunu haykırmaktan kendimi alamıyorum: “Yaşasın zaman! Yaşasın hayat! Kahrolsun korkular!”
325. Gün:
AŞK VE EVLİLİK
Ergenliği geride bırakıp annesiyle eşit iki insan gibi konuşmaya başladığında, bir gün ona: “Evleneceğim kızın anne ve babasının evliliğimiz hakkında ileri geri konuşup mutluluğuma gölge düşürmelerinden korkuyorum,” dedi, “Belki beni eşime kötüleyecek bir şeyler bile bulurlar.” Annesi: “Madem ki böyle düşünüyorsun, o zaman yetimhaneden bir kızla evlen: Anne babasız.” Ve ekledi: “Herkesin anne babası var ve tabii ki, eşin de onlarla görüşecek. Ben senin kimle evleneceğine dahi karışmam. İstediğinle evlen ve mutlu ol. Bozuşursanız da benden bilme.”
Gençti ve anne sözünün üzerindeki etkisi ve annesiyle duygusal bağı sürüyordu.
Kendisine ironiyle söyleneni ciddiye aldı. Üzerinde düşündü. Düşündükçe, evlilik hakkında pek az şey bildiğini kendinden saklamayarak, atması gereken en akılcı adımın hayatın ona göre bu en anlamlı (veya eniştesine göre en anlamsız) ilişkisi hakkında daha fazla bilgi edinmek olduğuna karar verdi. Ablasıyla mutlu bir evlilik yaşayan eniştesiyle konuşabilir, fikrini alabilirdi.
İlk buluşmalarında, ona evlilik hakkındaki düşüncesini sordu. Annesiyle konuşmalarını anlattı. Eniştesi: “Senin yaşında evlilik düşünmek biraz erken. Daha vaktin var. Bence, kendini evliliğe hazırlamaya çalışma: Aşka hazırlan. Evlilik bir karardır, aşk ise eşsiz bir deneyim. Evlilik hazırlığı için para kazanmak gerekir, aşka hazırlık için ise kültür edinmek. İnsan kendini hele bir de doğru zamanda, yani gençlikte aşka hazırlamakla ömrü boyunca unutmayacağı bir mucizenin içinde olabilir; aşk belki de bir insanın hayatında gerçekleşen tek mucize olarak da kalabilir” dedi. Sonra da dedi ki: “Aşk bir zevk paylaşımıdır. Edebiyat ve sanat gibi kültürel zevklerin paylaşımı aşkın ateşini körükler.”
325. Gün:
Hiç değilse bir an, balkonumuzda okuduğumuz kitaptan başımızı kaldırıp yaz sonunun ılık ve yumuşak kuzey rüzgarıyla oynaşan kırlangıcın hayattan aldığı zevkin büyülü estetiğine kaçamak bir göz atsak ne kaybederiz?