Kendimizi tanımaya başladıkça, aslında sandığımız kişi olmadığımızın ayrımına varıyoruz. Edindiğimiz yeni anlamlar, yaşamın başka uçlar, uçurumlar ve derinlikleri bizi sürekli yeni biri yapıyor. Giderek kesinlikten, emin konuşmalardan, büyük sözler sarf etmekten çekiniyoruz. İşte Onur Çalı’nın öyküleri tam bu esnada yazılmış gibi. Öylece bu şaşkın anlara tanıklık ediyor, bazen bu anları bile isteye fazlaca ciddiye alıyor ki bu ciddiyetin saçmalığı aşırılıkta görünür olsun.

İlk kitabı Eksik Yıl[1], öykü türünün sınırsız ve bilinemez doğasını sürdürdü. Sanatın ve aşkın her türünün çocukluktan korunup gelen oyun kurma isteğiyle bir ilintisi olmalı. Onur Çalı, çoğu öyküsünde özyaşamöyküsel bir tatla, hatta kimileyin mahlasıyla bir öykü kişisi gibi yer alıyor. “Köpükten Aşk” ve “Yapay Saksı” adlı öyküler buna güzel birer örnek. Ankara’nın sokaklarında, bildik mekânlarında (Köpükten Aşk’ta mekân Tavukçu) geçen hikâyede öykü kişileriyle bile isteye özdeşlik kuran okur, farklı olabilirlikler ve duyuşlarla birtakım “hazır” yaşam deneyimleri buluyor. Bir şiiri okumaya, bir şarkıyı yeniden dinlemeye duyulan ihtiyaç gibi bu güzellikleri arıyoruz. Onur Çalı öykücülüğünün, ondan aldığımız edebi hazzın temel dayanağının bu olduğunu sanıyorum.
“Çay Tabağındaki Şeker Ayı” öyküsünde kadınların -istenmeyen tüyler dışında erkek yazarlarca pek bilinmeyen- dertlerine eğiliveriyoruz, kendi yaramıza bakar gibi. Yalnız olmadığımızı düşündüren aldatıcı özdeşlik sonrası işte yeniden yapayalnızız.
Onur Çalı öyküleri “başı sonu belli hikâye beklentisi”ni karşılamıyor, daha çok bir kesitle yetinmeyi öğreniyoruz. Kimi zaman anlam kesinliğini de doğrudan vermeyip anlamın, sınırlı bir bütün olmadığını duyuruyor. İlhan Berk’in Mısırkalyoniğne için söylediğini hatırlıyorum: “…bir denize bakar gibi bakın. Denize bakmaktan ne anlıyorsunuz?”[2]
Çalı, şiire, müzik parçalarına atıfta bulunarak, bazı öykülere eşlik eden fotoğraflarla sanatın diğer dallarıyla kardeş, kesin hatları olmayan bir türe evriltiyor öyküyü. Yazının bu olanaklarıyla günümüzün hızlı ve üstünkörü yaşamalarının tedirginliği okura da taşınıyor. Belki okur için orada geçen şiir, müzik resim vb yazarın beklediği anlamı ifade etmeyecektir. Şarkıyı örneğin hiç dinlememiştir, bir dizeyi şiir bağlamı dışında duyamayabilir. Ancak böyle bir paylaşım ve dostane tavır yeni çağrışımlar için bir imkan olarak sunulmuştur ona. Bir öykücüden önce ve bir öykücüyle birlikte iyi bir okuru arkadaş ediniriz böylece. Yine Eksik Yıl’daki “Kod Adı: Gök” adlı öyküde BKKD (Basılı Kitapları Koruma Derneği) üyeleri gibiyiz. “Kızıl Düş”te Don Quijote’yi kendimiz için yazıp oynarız. Ama en önemlisi sonunda yalnızız, İsa gibi “Çok yalnızım be hacı” diyesiyiz.
Eksik Yıl’ın yayımlanmasından itibaren okurluktan arkadaşlığa evrilen, Sokullu’dan Harbiye’ye bir nevi komşuluktan da beslenen bir dostluk kuruldu Onur Çalı ile aramızda. Şimdilerde öykücüler yakın yerlerde yaşamasalar bile birbirlerinin okuru olarak da dostlukları ilmek ilmek işliyorlar zaten. İkinci kitap, bir okuma deneyiminin, Onur Çalı öykücülüğünü artık bilmenin bir hediyesiydi: Geçen Sene Doğanlar.[3]
Özgün bir yazar, kendi okurunu yaratmak zorundadır. Yazarken gösterdiği cesareti, okunurken de sürdürmesi gerekir. İlk kitabın yayımlanması ve okur geridönüşlerinde çekilen sancı, yaşanılan tatlı heyecan elbette ayrıdır ama sanıyorum ki birinciden sonraki her kitapta yazar okur nezdinde bir öncekinden farklı, özgün ve yazınsal açıdan kıymetli bir şey ortaya koyup koymadığını merak eder. Affına sığınıp Onur Çalı’nın da böyle bir merak içinde olduğunu varsayarsak, merakını gidermeyi de görev bilelim.

Eksik Yıl’dan bildiğimiz yahut bildiğimizi sandığımız öykü kişilerine Geçen Sene Doğanlar’da da rastlıyoruz. O özyaşamöyküsel tat sürüyor. Ankara’nın sokaklarında, meyhanelerinde hayat bulan ya da aksine oralara birer yaşantı taşıyan öykülerle buluşuyoruz. Bu kez insanın olabilirliklerine yönelen varoluşçu bakış ironiden daha fazla nasipleniyor. Çıkışsızlığın dibindeyken anlatıcının sesi ya da öykü kişilerinden birinin gülünesi ciddiliği/ciddiyetsizliği bütün sorunlara başkaldırıp küçük saksı çiçeklerinden yayılan cinsten bir iyimserlik getiriyor. “Cüzdanında Prezervatif Taşıyan Adamın Gerçek Hikâyesi” adlı öykünün son cümlesi gibi.
“Haziranda Her Şey Güzel” öyküsünde “mutlu mesut olmasa da eh işte kıvamında yaşayıp gidiyor” bazı öykü kişileri. Aynı öyküde yazarın “(okuru) kandırmak pahasına, sırf daha çok keyif alalım diye” araya girip yaptığı açıklamalar öykü yazmayı öğrenme sürecinde yazarın en çok bilip de unuttuklarından keyifle nemalandığını gösteriyor bize.
Bazı sözcükler yazarın zihnindeki hatıralarıyla vardır. Küçük bir okur keşfi olarak “kış” imgesinin Onur Çalı için kötümser imgeleri çağırdığı söylenebilir. Bir kış öyküsü olarak yazılmış “Kardan İnsan” yaz düşleriyle harmanlanmıştır. “Erken” adlı öyküde iki çocuğu ve sevgilisi Erkan’la sığınacak yer arayan Şule eski kocasının geldiğini, Erkan’la dışarı çıktıklarını öğrendiğinde “Kış erken gelecek bu sene” diye düşünür.
“Hayat Caddesi Aralığı” adlı öyküde öykü kişisi “İnsan alışmamalı her şeye, herkese” deyip “Neden benim hiçbir şeyim aşk değil?” diye sorarak bizi kendi gerçeğimizle yüzleşmeye hazırlasa da… Aşkın ve arzunun hemen yanına iliştirilmiş, yalnız evlilikte söylenen ya da yalnız evliliği anımsatan o bakımsız cümle: “Domates almayı unutmuşum, bi koşu manava uğrayıversen!” bizi kendi duvarlarımıza çarpıyor. Yaşamak zorunda olduğumuz gündeliklerin, yaşama arzusu aşkı böyle harcaması…
Onur Çalı bu ikinci kitapta kişisel bir keşif de sunuyor okuruna. Okuru öykü bittikten sonra da süren kendi sorularıyla baş başa bırakıyor. Daha yetkin bir dil ve kurgu becerisiyle… Henüz tanışmamış olanlar her iki kitaptan biriyle ya da Mülkiyeliler’de kendisiyle bir bisura içerek başlayabilir bu yarenliğe.
Pelin Buzluk
[1] Eksik Yıl, Sıcak Nal (Komşu Yayınları), Eylül 2012
[2] El Yazılarına Vuruyor Güneş (1955-1990), YKY 1992, s.36
[3] Geçen Sene Doğanlar, Alakarga Kitap, Ocak 2014.
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisinin 3. sayısında (Haziran 2014) yayımlanmıştır.