“Biraz Ormanda Saklanacağım” çocukluğun renkli anılarına, ilk erkekliğin acemiliklerine, hayal kırıklıklarına, büyük kaybedişlere, ölümlerin gölgesine, yalnızlığa ve yürüyüşlere yaslanırken insanı büyük resmin içinde görmeyi de ihmal etmiyor. Öykülerin içinden samimi ve sakin bir dil ile geçerken hayatın birçok rengi kitap boyunca tazeliğini koruyor. Sivas deplasmanını, ıstırap gazozlarını, hüzünlük kekleri, entegrasyon kıraathanesini ve bütün yaşamı kucaklayan cümlelerle tanıdık coğrafyalarda geziniyoruz.
Hıdır Murat Doğan ile “Biraz Ormanda Saklanacağım”ı konuştuk.
Gülhan Tuba Çelik

Biraz Ormanda Saklanacağım çok sevdiğim bir kitap oldu. Öykülere baktığımızda en baştan tematik olarak kurulduğunu, köşe taşlarının belirlendiğini, sonunda varacağı noktaya daha ilk adımdan vakıf olduğunu görüyoruz. Kitabı kurarken nasıl bir motivasyonla hareket ettiğini merak ettim. Yol haritanı biraz açar mısın?
İnsanın gerçekleştirmek isteyip de elinden getiremediği şeyleri var. Gülmek isteyip gülemediğimiz, bağırmak isteyip bağıramadığımız, gitmek isteyip gidemediğimiz zamanlar var. Ben öykülerimde söylemek isteyip söyleyemediklerimi, yapmak isteyip yapamadıklarımı yazıyorum çoğunlukla. Sanırım motivasyon kaynağım yaşama bizzat ödediğim bedellerdi diye düşünüyorum. Hayatımızın da köşe taşları var. Unutamadığımız anlar var. Ah bak o yüzden işte, diye anımsadığımız sahneler var zihnimizde. Dönüm noktalarımız da diyebiliriz biz onlara. Bizatihi hayat da giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan uzun bir öyküdür. Kendinden daha kısa öykülerle şekillenir. Yol haritam dönüp arkama baktığımda gördüğüm o bulanık yoldu. Hepsi bu.
Öyküler boyunca tüm kitabı etkileyen bir ölümün ve yan ölümlerin gölgesini görüyoruz. Hayat bu ölümlerin gölgesinde akarken yeniden anlam kazanıyor sanki. Bu anlama kahramanların bakış açılarından şahit oluyor ve onların hayat ve anlamı hakkında konsantre cümleler kurduğunu görüyoruz. Bu cümleler kesinlikle klişe değil. Felsefi bir sorgulama ve sonucundaki çıkarımlar okuru da didikliyor. Bir tercih ya da amaç mıydı bu, yoksa kendiliğinden mi gelişti?
Bu noktada net bir şey söyleyemiyorum açıkçası. Son dönemin popüler edebiyat fırtınası planlanmış ve piyasaya sürülmüş (!) aforizmaların etrafında dönüp duruyor. Kendi adıma bu durumdan kaçınmaya çalışan bir yazarım. Ancak elbette bir yandan da insanım. Kurguladığım veya anılarımdan kesitler bıraktığım öykülerimde ruh halimi, fikrimi, hayalimi resmetmeyi de istiyor elbette zihnim.
Ölüm. Dünyadaki en büyük son. Ölümden sonra ölen için yaşam var mı bilemem. Ancak kalanlar için öğretileri var mesela. Öyküde bunu resmetmek gerekiyor diye düşünüyorum. Yoksa düşüp ölen bir bedeni toprağa gömüp, duygusuzca çekip gitmeye dönüşür bu. İnsanın gerçekliği nasıl ki duygularla şekilleniyorsa öyküye yansıması da bu biçimde olmalı. Okuyucuya böyle böyle oldu diye anlatmaktan ziyade karşısına bir sandalye çekip dertleşmek gerekiyor gibi geliyor bana.
Öykülerinde aile, arkadaşlık, dostluk, ilk ergenlik, ilk erkeklik içindeki insanı çok içten verirken ikinci bir başarın da bunları içinde yaşanan sosyal zamandan uzaklaşmadan yapman olmuş bence. Çocuğunu oyundan çağırmayı Madımak Otelinin yanışına şahitlik ettiği için unutan bir kadın, annesinin cesedinin içinde bulunduğu televizyon kutusunu eski Yugoslavya’da çaldıran bir oğul, Yukarı Fırat’taki yolu izi olmayan Alevi köylerindeki insanlar… İnsanın hikâyesinin toplumla ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun?
Şöyle izah edeyim. Bahsettiğin tüm bu kesitlerin tamamı yaşanmış olaylardı. Belki bir şekilde anlatıcının hikâyesine yerleştirmiş oldum ancak gayet gerçek ve sarsıcı şeyler bunlar. Gerçekten annesinin cesedinin içinde bulunduğu televizyon kutusunu Yugoslavya’da çaldıran bir adamla tanıştım mesela. Ben de annesini kaybetmiş bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki, annemi hiçbir zaman unutamayacağım. Bu adam da kendi annesini unutamayacak. Üstelik belki de daha sarsıcı bir anıyla, vicdanını tırmalayan sahnelerle yaşayacak bir ömür.
Geçmişimiz de geleceğimiz de aslında acılarla şekilleniyor. İçinden geçip gittiğimiz o uzun boşlukla şekilleniyor. Yürüdüğümüz caddelerle, gittiğimiz okullarla, önünde durduğumuz duvarlarla, zihnimize kazınan zamanlarla şekilleniyor. Nadiren mutluluktan besleniyoruz aslında.
Sen hiç, bir zamanlar orada çok güldüğü için ardında bıraktığı kente geri dönmek istemeyen insan gördün mü? Göremezsin. Bizi acılar şekillendirir. Tanıklıklarımız şekillendirir. Birine, bir şeye, bir yere veya bir zamana canımız acıdığında küseriz.

Biraz Ormanda Saklanacağım 2020 Sennur Sezer Emek ve Direniş Öykü Ödülünü aldı. Bu ödülün sendeki yeri ve anlamından biraz söz etsen. Böyle bir karşılık bulmak nasıl duygular uyandırdı sende?
Biliyorsun ki yazdıklarımızı okuyucuya ulaştırmak her zaman yazarı mutlu eder. Beş kişiye ulaştırmak da beş milyon insana ulaştırmak da benzer şeylerdir. Sesimizi duyurmuş oluruz. Elbette burada çok daha farklı bir durum var. Hem nitelikli bir seçici kurul tarafından beğenilmek, hem de Sennur Sezer gibi önemli bir kalem ve düşünce insanının yolunda, omuz başında yürümek. Tarifi zor bir his doğrusu. Yalnızca gurur duyduğumu belirterek geçiştirmek istemem. Aynı zamanda az önce bahsettiğim dönüm noktalarından biri olarak görüyorum bunu. Kendi hikâyemi şekillendiren nadir bir mutluluk olarak görüyorum.
Öykü dilinin bu kadar özenli, duru, temiz ve saf olması öykülerdeki sosyal ve bireysel yokluğun etkileyiciliğini çok çok artırmış. Dilin içtenliği ve naifliği, acının içindeki sükûneti, kendinden eminliği, soğukkanlı bir farkında oluş içermesi bana keyif verdi. Dilini nasıl bir bilinçle inşa ettin?
Okuyucunun zekasını sorgulamak gibi bir hadsizlik yapmayacağım elbette ancak derdimi tane tane anlatmam gerektiğini düşündüm. Okuyucunun karşısına o sandalyeyi çekip oturmak istedim.
Birbirine dolanmış bir ip yumağı düşün. Onu kullanmak için çözmek gerekir. Neresinde kusur olduğunu anlamak gerekir. Büyük hareketler onu daha karmaşık hale sokabilir, bilirsin. Ben de hikâyemi okuyucuyla anlamak ve çözmek istedim sanırım ben o uzun ipi. Tane tane, ince ince. Hepsi bu.
Uzun yıllardır yayın dünyasının içindesin. Edebiyat siteleri, dergiler, yayınevi girişimleri, kitap projelerine şahitlik ettik. Bu alanda çok emek verdin ve vermeye de devam ediyorsun. Bütün bunlar senin için ne anlama geliyor?
Elbette birbirinden farklı insan karakterleri, kişilik özellikleri olduğu gibi, bu insanların kaygılarıyla bütünleşen dünya görüşleri, hayalleri, tavırları, amaçları ve üslupları var. Bu durum elbette insanların üretimlerine de yansıyor. Sanatta ve edebiyatta bu nedenle birbirinden bağımsız ve farklı oluşumlarla karşılaşıyoruz. İçinde insan var çünkü.
Benim de kaygım üretmek ve ürettiklerimi insanlara ulaştırmak. Popüler kültürün, endüstrileşmiş dünyanın esiri olmadan üreten herkese saygı duyuyor ve saygı bekliyorum. Üretmek kirletilemeyecek kadar güzeldir çünkü.
Klasik soruyu da sorup öyle bitirelim. Tezgâhta neler var?
Şu sıralar birlikte uzun yıllar bir yerlerde yazıp çizdiğimiz birkaç arkadaşımla yeni bir sanat-edebiyat sitesi projesi üzerinde çalışıyoruz. Bunun yanında pandeminin etkilerinden sıyrılmaya çalışarak biraz farklı bir türü denemeye kalkıştım açıkçası. Bir roman çalışmam var. Umarım bir gün okuyucularımla o satırlarda buluşmayı da umuyorum.