Can Uçar

İstasyonun ucunda, rüzgarı sağına almış oturuyordu. Ne de güzel esiyordu. Güvenliğin bakışları rüzgarını kesti. Gülümsedi, iyi akşamlar diledi. Fazla mesaisini yapmış, iş dönüşü, yorgunluğunu rüzgara verecekti. Rüzgar onu da alıp götürecekti. Olmadı. Gelen trenin altına atladı! Yani bunu düşündü. Atlamadı. Her gün, tren yaklaşırken bunu düşünüyordu. İstemsiz oluyordu bu düşüncenin gelişi. Bir şeyin hazırlığı mıydı? O da bilmiyordu. Omuz darbeleri eşliğinde trenin soğukluğuna girdi, terleye terleye evin yolunu tuttu.

Yol üzerinde, tutamaçlardaki elleri inceledi önce. Yüzlere bakamadı. Bu ellerin karasını, akını, ayıbını, pasını düşündü. Bir derin nefes aldı, kemerli iri burnuyla geri bıraktı. Bir ayıp bulamadan indi ve yokuş aşağı, çamuru eze eze yürüdü. Görüntü durumu kurtarır diye düşünüyordu ki yürürken bir arkadaşını gördü. Gözlerinin içine baka baka yaklaştı, Ayı Seko dedi, içinden. Yaklaştıkça, rüzgarı arkasına almış, karışacağı yağmur bulutuna doğru ilerleyen, tertemiz, yüksüz ve suçsuz bir bulutun gerginliğini yaşadı. Arkadaşı yüzüne bile bakmadan geçti gitti. Gülümsedi arkadaşına, güvenlikten daha çok gülümsedi. Görünmezlik hissini, önemsizlik hissini, hiçliği de eritiyor insan bir süre sonra içinde. Ayı işte, dedi. Rahmi Bey geldi aklına. Patronu olur. Bakımlı yuvarlak yüzü, ince bıyıklarıyla. Bu yüze kim baksa ayıya benzetirdi. Yüzünün hakkını vücudu da veriyor, battal bir alan kaplıyordu yeryüzünde. Gülümser gibi oldu. Dişini sıktı. Hakkını alamayacağını bile bile mesai yapmıştı gene. Durumlar kötüydü, piyasalar, zamlar, mali durum. Hepimiz elimizi taşın altına sokmalıyızdı. Bu zamanları da atlatırızdı. Nutuk duyunca zorlanmadan kabul etti. O anda Rahmi Beye de gülümsedi ve tabii efendim, dedi. Tabii efendim, tabii. Ayı’dan daha çok gülümsemişti Rahmi Beye. Başını ekrana dönüp muhasebe programının içine daldı. Elindeki kağıdın üzerinde Rahmi Bey’in yeni arabasını gider tablosuna işlemek de vardı. Gülümseyerek işledi. Tombul yanakları yukarıda asılı kaldı. Yüzüne çarpan rüzgarı okkalı bir tokat varsayıp daha önce hiç geçmediği bir yola saptı.

Bugün de başka bir yoldan geçerek geldi evine. Nicedir böyle. Arsalardan, apartman boşluklarından, duvarlardan atladığı da oldu. Her gün farklı bir yol. Bu çok önemli onun için. İnsan rutini sever oysa, rutin güven demektir. Alışkanlıklar dünyası bu dünya, o bile alışkanlıktan dönüyor, derdi hep, insan ki… Önceden çıkışa yakın vagonu bile hesap ederdi. Vakit kazanmayı, insanların önünde olmayı dert ederdi. Artık etmiyor. Bıraktı küçük oyunları ve ince alışkanlıkları. Küçük şeyler kırıcı, ince şeyler yaralayıcı oluyor. Apartmanın dış kapısını açarken camdan yansıyan ve hâlâ gülümser haldeki yüzüne, bedenine göz attı. Şekilsiz, düz bir bedene giydirilmiş tutuk bir ruhtan ibaretti. Sık sık görünmez olduğunu düşünürdü. Camdan yansıyan bu görüntü ile hiçbir şeyi kurtaramayacağına ikna olup görmemezlikten geldi. Bir tek annesi vardı onu hep gören, hayatına sevgiyle dokunan. Özeti anneydi. Kısa değildi. Tekti. Onu da kaybetti. Çok çabaladı, çok didindi ama olmadı. Aklına kazınan kelimeler kaldı geriye: Sarkoma, metastaz, immün sistem, ekimoz. Sonra başladı yeni yollar aramaya. Eve, hep, o gün, yeni dönüyordu.

Eve girdiğinde naftalin kokusu yüzünden biraz yüzü ekşidi, ama alışması kısa sürdü. Alışmak hatırlamak kadar hızlıdır bazen. Yanakları hâlâ havada asılı, gülümsemeye devam ediyordu. Hiç ışık yakmadan elindeki çantayı masaya attı, tekli koltuğun kuyusuna uzandı. Hatırladığı bu olsa gerekti. Kuyu fikrini seviyor. Kuyuda olmayı seviyor. Annesinin kuyusu orası. Serin sularla dolu bir kuyu. Çukur değil. Çukura düşülür, kuyuya inilir. Böyledir bu. Nefeslendi biraz. Her gün yeni yollar deniyor, yoruluyor. Hoşuna gidiyor bu yorgunluk, gülümsüyor kendine. Rahmi Bey’den daha çok gülümsüyor kendine. İnsan kendine biraz değer vermeli tabii. Ama asıl annesinin koltuğunda, onun kucağında olmaya gülümsüyor. Kuyuda olmaya. Serinliğe.

Işığın yokluğundan faydalanıp biraz kestiriyordu ki kapının gümbürtüsüne sıçradı. Recep Bey’in gelişi bu. Tanıdı. Ev sahibi olur. Sıçraması boş bulunmaktan. Yanakları inmemiş hiç, gülümseyerek kapıyı açtı. Yeni kira sözleşmesi. Kiraya zam, zamansız bir zam. Efendim dedi, efendim daha yeni tazeledik, bu ne zam? Hem cenaze işleri… Recep Bey başladı söylevine. Sakallarını sıvayarak, sûzidil, nehir tempo. Patronu Rahmi Bey’den aşağı değil. Patrondan daha çok gülümsedi Recep Bey’e. Haklısınız, dedi en son, haklısınız. Durumlar vahim. İmzaladı ve aldı bir eşini yeni sözleşmesinin. Söylevlere dayanamıyor. Putlaşıyor söylevler. İnanıyor. Recep Bey merdivenlerden yukarı çıkarken söylenmeye devam etti: Hadi selametle, ben gideyim öbür kiracılara da elden vereyim.

Kapıyı kapatırken sofadaki aynada kendini gördü. Kendinden bile daha çok gülümsemişti ev sahibine. Gözünden kaçmadı, kendi de fark etti bunu. Sözleşmesini önemli evrak klasörüne koydu. Hastane masrafları, banka, fatura, bakkal, manav derken tüm borçlarla beraber cebinde eksi kırksekizbinyediyüzdoksanlirayetmişkuruş vardı. Klasörü dolaba yerleştirirken Recep Bey’in üst kattan gelen sesini duydu inceden, midesi bulandı, öğürdü, kusayazdı. Çay koyayım, dedi içinden, çay, bastırır.

Mutfağa gidip suyu ocağa koydu. Bir çay mesafesinde tıraşını olmalı. Sonradan huy edindi bunu da. Sakallarını birkaç haftada, ayda bir keserdi. Nicedir sakallarını da düzenli kesiyor. Akşamdan akşama. Bazı sabahlar bir kere daha oluyor. Bir cenaze hazırlığı olarak. Gülümseyerek tıraşını oluyor. Alıştırma yapıyor. Kesmeye. Bir şeyleri kesmeye alıştırıyor kendini. İçinde bir şeyleri kesmeye. Acaba babası da böyle tıraş olur muydu? Hiç tanımadı ki nereden bilsin… Kesin olmuyordur, dedi. Recep Bey’in gidişi geldi aklına. Merdiven korkuluğuna tutuna tutuna, eğile büküle gidişi. Kısa boyuna ve göbeğine rağmen iyi tırmanıyordu. Akbaba gibi yırtıyordu havayı. Pikesini yapıp kapıyordu avını. Pençesi kanlı, gagası kanlı, gözü kanlı. Derken suyun fokurdamasına kulağı kesildi. Yüzünü ve tıraş takımını yıkayıp çayı demlemek için holü adımlamaya başladı. Tekrar kapının yanına geldiğinde yere eğildi, dünün gazetesini ve birkaç reklam broşürünü alıp mutfağa doğru ilerledi. Gazetenin dünde olmasına dikkat ediyor. Geçmiş olursa daha az kırılıyor. Nostalji sayıp, hey gidi hey çekiyor, vah ki vah çekiyor. Bir şeyin geçmiş olması onu daha affedilir, daha kabul edilir kılıyor. Belki boyun bükülür, bilmiyor.

Üzerinde çiçek motifleri olan tepsiye bardağını ve dünden kalmış keki koydu. Rafta duran şeker kasesine gözü ilişti. Çaya şeker atmayı da bıraktı nicedir. Şekersiz içiyor artık. Bu da sonradan oldu. Hazzı bıraktı. Yalancı geliyor, acı geliyor şeker. Oysa çayı şekerli severdi önceleri. Bu halini sevdiği hâlâ söylenemez. Annesi bir portakallı kek yapardı ki, bir oturuşta ince zavallı bedeni bir koca tabak yer, bana mısın demezdi. Bu market keki o yüzden kaldı. Tatlıydı ve kalabalıktı eskiden hayat. Şimdi tatsız ve yalnız. Hayır yapayalnız. Ama ev sahibinden daha çok gülümsüyor çaya. Bu hali de biraz işe yarıyor. Bir yudum, bastırır diyor içinden gene, bastırır.

Bastırıp açıyor çay kutusunu, boş, ince deniz kumundan hallice zerreler kutunun dibinde. Yol telaşına unuttun iyi mi, diyor içinden, iyi halt ettin! Yüzü hiç düşmüyor ama, acı acı, nar gibi gülümsemeye devam ediyor. Ocağın altını kapatıp çay almak için çıkıyor. Sokağa adım attığı anda rüzgar, yeni traşlı yüzünü okşuyor. Yüzü yanıyor okşandıkça. Seğirterek bakkala giriyor. Bakkal Rıza gene bir şeylere kızmış, parasının üstünü bekleyen bir müşteriye içerliyor.

“Burnunun ucunu zaten kimse göremez. Lafa bakıp inanma hemen. Hiç denedin mi görmeyi? Dene bakalım görebiliyor musun burnunun ucunu?”

Başında sararmış şapkası, elinde kızılcık bastonu ile parasının üstünü izleyen müşterinin gözleri fır dönüyor. Rıza konuşurken elini sürekli bir yukarı bir aşağı sallıyor çünkü.

“İşte ya, göremedin değil mi? Sen, sen ol, boş laflara bakma hacı amca. Verilen sözlerin tutulduğu zamanlar geçti.”

Hacı, parasının üstünü alıp çıktı, çıkarken yüzüne bile bakmadı. Gülümseyerek uğurladı onu da. Ezbere bildiği raftan çayı aldı. Rıza burnunu çekti fış fış, düzeltti eliyle sağ sol. Çayı gösterdi, eliyle havaya bir şeyler yazdı. Rıza bir yandan havada kalan sorusunu düşünürken, bir yandan da bir paket çayın parasını deftere yazıyordu.

“Ooo, yine yüzünüz gülüyor Nejat Bey, dedi. Yahu merak ediyorum, bu neşeyi nerden buldunuz?”

Bakkaldan çıkarken cebindeki tüm parayı tekrar hesaplamayı düşündü, bu sefer hesaplamadı. Daha çok gülümseyip evin yolunu tuttu. Gülerek delirmeye az kalmıştı.

Can Uçar