Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla)

4 milyar 540 milyon 874 bin 672. yıl, 307. Gün:

ŞİİRLE GÖRMEK 

Hegel, uzun zaman önce sanatın kayboluşunu, sonunu işaret etmişti. Kastettiği özellikle resim sanatıydı. Haksız sayılmazdı. Nitekim, 19. yy’ın başındaki resim anlayışı, asrın sonunda tamamen değişti. Resmin anlamı bambaşka bir şey oldu. Ünlüdür: “Değişmeyen tek şey, değişimdir.”

Günümüzde görsellerin hemen her yerde kendini göstermesi, herşeyin görseliyle anlatımı, hayal gücüne pratik yapma olanağı vermiyor. Göz önünde canlandırma (imgeleme) gücümüzü giderek kaybediyoruz. Görmek, imgeleme yerine geçiyor. Çünkü görmeyi istediğimiz, hatta istemediğimiz her şey, bize gösteriliyor. Başı sonu belirsiz görsel yağmuruna iyiden iyiye alıştırıldık. Sanallık ve sosyal medya kolaylığı ve gereksinmesi bunu yönetiyor. Hayal kurmak yerine internet kuruluyor.

Bu iklimde şiirin de işi zor. İkinci Yeni’nin ivmesi çoktan tükendi. “Şiir öldü. Yaşasın şiir.” demeye hazırız. Ama, hangi şiir? Şairlerin hocası, Nobel Ödüllü Polonya’lı şair W. Szymborska’ya göre: “Şiir, (hakkında söylenebilecek pek çok şeye rağmen) bir oyun ve hep bir oyun olarak kalacak” ve burası önemli: “Oyunların kuralı vardır.”

Şiir ve aşk tutkuyla beslenir. Şiiri tanımlamak da aşkı tanımlamak gibi zordur. Ayrıca şiir, hem doğarken hem de okunurken hayal gücüne gereksinme duyar. Şiir de öykü gibi imge kullanır, ama her şiir tarz olarak imgeci değildir. İmgeci şiiri tarihsel konumu ve edebi tanımıyla ele alacak olursak, kendi içinde de bir bütünlüğü olmayan İkinci Yeni’nin imgeyi kullanmakla birlikte imgeci olmadığı söylenebilir: Avangart’tı (öncü ve yenilikçiydi) ve dolayısıyla deneyselciydi. İkinci Yeni’nin esintisiyle yelkenlerini şişirerek 21’inci yüzyıla erişen ve günümüze kadar gelen şiirimiz de -değişen şiir izlekleriyle birlikte- imgeci değil deneyselcidir. 

Nikos Stangos, batıdaki sanat fakültelerinin gözde kitabı Modern Sanatın Kavramları’nın (Concepts of Modern Art, 1988) önsözünde şöyle diyor: “20’inci yüzyılın başında sanatta başat akım olan ‘izlenimci’lik, daha on yıl geçmeden yenilikçi akım olan Avangart’ın gerisinde kalmıştır. Bu yenilikçi radikal akımın en önde gelen aidiyeti ise deneyselliktir. Bu yanıyla deneysellik, modern sanatın birbiriyle asla buluşmayan iki zıt tavrı, ‘akılcılık’ ve ‘akıldışı’lığı (rasyonel ve irrasyoneli) aynı kulvarda birleştirip kendisine koşu alanı yaratabilmiştir. Bu da, görsel sanatlar, edebiyat ve müzikte, gelenek ve otorite karşıtlığını beraberinde getirmiştir.”*

Ezra Pound’un Uzak Doğu şiirinden esiniyle, geçen asrın başında doğan İmgeci Şiir, doktor şair William C. Williams’la popülerleşti. Bu akım, Anglo-Amerikan İngiliz edebiyatındaki ilk modernizm örneği olarak tarihe geçti. İmgeci şiirin en önemli özelliği bir düşünceyi değil, bir nesneyi veya bir görüntüyü yalıtarak konu edinmesidir. İmgeci şiirin ömrü kısa oldu, çünkü imgecilik, üç boyutluluğun sonu olan Kübizm dönemiyle birlikte anılmaktan kurtulamadı ve hemen sonra, sanatın soyutlaşması, bilim ve felsefedeki gelişmeler şiiri ve şiir anlayışını da temelden etkiledi.

Bizde nedense imgeci şiir denince ‘imgece zengin’ şiir anlaşılıyor —Kavram kargaşası. Hayriye Ünal’ın Hain başlıklı şiirinde şu dizelere rastlıyoruz. “İkinci Yeni kendini kurtarmakla / Bize bıraktı boğuluşunu toza boğdu da açtığı yolu…” (2000’ler Şiiri Antolojisi, Haz. Cenk Gündoğdu): Günümüz şiirinde tozdan dumandan ferman okunamaması bundan olmalı. Şiirle duygulanmak yerine, şiirle görmeyi seçiyoruz. Herşeyin mümkün ve kesinlikten uzak olduğu postmodern tarzın ‘ben yaptım oldu’culuğuyla alanını genişleten Deneyselcilik, şiiri duygu ve tutku atölyelerinde değil de, dil laboratuvarında yaratmaya başladığından beri, gelinen nokta kaçınılmaz olarak ‘anonimleşme’ oldu. Farklılaşma adına aynılaşıyoruz. Günümüzde, üslup açısından hangi şiir kimin şiiri anlaşılamıyor. Demem o ki: Şiirden önce şair öldü. Şiirimiz ise, bir kelime oyunu yapmacıklığıyla ve k u r a l s ı z “bir oyun olarak” yaşıyor.

(*): Çeviri bana aittir.

309. Gün:

BİR ROMANTİK

Trakya’dan Bursa’ya gideceğiz. Otobüs biletini aldık. Saat sabahın dokuzu. Alacakaranlık. Kışın ilk günlerinden biri. Karım ve ben, bizi otobüse götürecek servis minibüsünü bekliyoruz. Salonda başka yolcu yok. Yakındaki benzin istasyonundan kalkacak otobüsün saati gelince görevli kadına servisin durumunu sordum. Ağır hareketlerle cep telefonuna uzandı. Birini aradı. “Bu sabah servisi kim kullanıyor?” diye sordu. Sessizlik sonrası “Babası mı, oğlu mu?” diye de sordu. Uzunca sustuktan sonra telefonu kapattı ve susması servisin geldiği dakikaya kadar sürdü.

İnip binme kolaylığı için, binerken bizi şöyle bir süzen sürücünün hemen arkasına oturduk. Serviste bizden başka yolcu yok. Hareket ettik ve hemen durduk: Kavşakta kırmızı ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz. Radyoda damardan bir arabesk çalıyor. Ağdalı mı ağdalı. Sürücümüz orta yaşın üstünde ve hâlâ yakışıklı sayılabilecek bir adam. Oğul’un babası olmalı. Radyoya uzandı ve bir düğmeye bastı. Birden dünya değişti. İspanyolca bir şarkı başladı. Bildiğimiz bir parça: “Seni unutmaya çalışıyorum.” Karımla değişimi birbirimize bakıp onayladık. Adam aklımızdan geçeni okumuştu.

Şarkı bitmeden otobüse ulaştık. Sürücü, çantaları taşımamıza yardım etti. Karım otobüse binmeden önce memnuniyetimizi belirtmek gereğini duydu ve ona, “Güzel müzik için” teşekkür etti. Adam: “Denizciydim, dünyada birçok ülke gördüm” diye beklemediğimiz bir cevap verdi. Karım otobüsün merdiven basamaklarındayken, bana yaklaştı ve şaşırtıcılığını sürdürerek, yalnız benim duyabileceğim bir sesle “İnsan bazı şeyleri özlüyor” dedi, “Venedik’te, San Marko meydanında dans etmek gibi.”

Venedik’in sokaklarının ve meydanlarının sular altında olduğunu televizyonda yeni izlemiştim. Yıllar önce, bu görülmeye değer doğa olayına biz de tanık olmuştuk. Venedik’i hiç sular yükselirken görmüş müydü? Ben otobüse son yolcu olarak binerken, “Hayır, bu mevsimde hiç gitmedim” dedi. 

Tekerlekler ana yolla buluştuğunda, söylediğinin kendisi için çok da doğal olduğunu düşündüm: Kış, hiç bir zaman aşk mevsiminden sayılmamıştı ki.

312. Gün:

GÜNEŞ VE AY

Olay, öykü ile şiirin ortak noktasıdır. Akşam ufkunun kavuniçi, sarı, turkuvaz, mavi ve lacivert kat kat renklerinin üzerinde bir yerde yeni ayı gördüğümde, bir şairin şu cümlesini anımsadım: “Öykü bir olayı anlatır, buna karşılık şiir olayın kendisi olmalıdır.” 

“Ay’la ne ilgisi var?” denebilir. Gün batımında, üç günlük Ay’ın Hilal haline gözüm takılınca, (Evet! Görmüyorsunuz da, gözünüz takılıyor çengeline) manzaraya karşı şöyle mırıldanmaktan kendimi alamadım: ‘Güneş manzara yaratabilir, ama Ay manzaranın ta kendisidir.’

313. Gün:

An, anlamın sabit kaldığı zaman dilimidir. An değiştikçe anlam da değişir.