29.Temmuz.20

Resmin kime ait olduğunu bilmiyorum. İnternette tesadüfen buldum. Resimde Hezarfen Ahmed Çelebi’yi görüyoruz. Galata Kulesi’nden henüz salmış kendini havaya. Süzülüyor. Yağmur yok ama ben nedense her baktığımda yağmur damlaları görüyorum. Resimdeki Hezarfen [İstanbul Kanatlarımın Altında’dan sonra Ege Aydan’dan ancak kurtarabiliyorum belki de Hezarfen’i] biraz Leonardo’nun Vitruvius Adamı benim için [bu da filmden yapıştı kaldı belki, belki de Hezarfen’in resimdeki çıplaklığından] biraz da Hazreti İsa [bu benzerliği kurmam tuhaf, belki ikisinin varlığının da büyük oranda inanca dayanmasından]. Bıyığı da var üstelik, olmasın mı?

ilk-ucan-insan-hezarfen-ahmet-celebi

Peki, Ece Ayhan’dan mülhem bir soru: Hezarfen Ahmed Çelebi sahiden uçtu mu patron?

Bu hususta tek kayıt var elimizde: Evliya Çelebi’nin Seyahatname’si. Şöyle diyor rüyasında “şefaat” diyeceğine yanılıp da “seyahat ya resulallah” diyen Evliya Çelebi:

“İbtidâ Okmeydânı minberi üzre yıldız rûzgarı şiddetinde kartal kanatlarıyla sekiz tokuz kere eflâkde pervâz ederek ta’lîm edüp ba’dehu Sultân Murâd Ha[n], Sarâyburnu’nda Sinânpaşa köşkünden temâşâ ederken Galata kullesinin tâ zirve-i a’lâsından Ahmed Çelebi lodos rûzgârıyla uçup Üsküdar’da Doğancılar meydânına düşdüğü müsbettir. Ba’dehu Murâd Hân bir kîse altun ihsân edüp Hezârfen Ahmed Çelebi’yi Cezâyir’e nefy-i ebed edüp anda merhûm oldu. Ahmed Çelebi hakkında Murâd Hân, bu âdemden pek havf edecekdir kim her ne murâd edinse elinden gelir, deyü nefy etdi.”

Hezarfen’in Galata Kulesinden kanat çırparak yaklaşık üç buçuk kilometre ötedeki Üsküdar Doğancılar Meydanı indiği tarih 1632’dir. O sırada Murat Han, dokuz yıldır tahtta olmasına rağmen, henüz yirmisindedir. Validesi Kösem Sultan’ın boyunduruğundan yeni yeni kurtulup kendine geliyordur.

IV. Murat hazretleri, kubbesinden sarkan bir inci demetinden dolayı İncili Köşk diye de anılan Sinan Paşa Köşkünden izler Hezarfen’in uçuşunu. Bu tuhaf kulunu mükafatlandırır da. Nedir, Hezarfen gibi kafasına koyduğunu yapan bir adamdan korkulacağına hükmedip onu Cezayir’e sürgün eder. Evliya Çelebi’ye göre Hezarfen, ölüm urbasını orada, yani Cezayir’de, miladi 1640 yılında giymiştir üstüne. İşe bakın ki Murat Han Hazretleri de aynı yıl bütünlemiştir yaşam dersini.

Sorumuzu tekrar edelim: Hezarfen Ahmed Çelebi sahiden uçtu mu patron?

Bilim insanlarına göre bu imkansız. Evliya Çelebi ise uçtuğunu söylüyor. Başkaca da kayıt yok elimizde.

Şeyh uçmaz, mürid uçurur diye bir atasözü vardır. Belki de durum bundan ibaret. Hakikat ne olursa olsun Hezarfen birçok müspet kavramın simgesi olagelmiştir.

Hüsnü Arkan’ın “Hezarfen” adlı şarkısında şöyle denir:

Uç mirim uç çelebim, Hicaz’a kadar uç
Padişah lûtfu ne anlar, ayakucuma düş
Uç mirim uç, bu yürek kafeste durur mu hiç, hadi uç

Aslında biz de [Hezarfen’in uçtuğuna inananlar, uçmuş olabileceği ihtimaline meftun olanlar] Hezarfen’in uçmasından korkanlarla aynı yerdeyiz: Onun bir araç vasıtasıyla değil de bizatihi kendisinin, adeta bir kuş gibi, uçtuğuna varıyoruz.

O zaman sorumuzu tekrar soralım ve bu kez yanıtımızı da fıslayalım.

– Hezarfen sahiden uçtu mu patron?

– Uçtu uçtu, hem de ölümüne uçtu!

1860108-VIoliu

Birkaç sene önce yazdığım bir metin vardı. Çocukluğumda, gazoz kapaklarıyla oynardık. Oradan yola çıkarak yazdığım nostaljik bir şey: Dostum Çamlıdağ.

Çok yaptığım bir şey değildir bu. Böyle nostaljik [nostalji: gündedün] bir muhabbet olduğunda, hep ama hep, Tomris Uyar’ın bir söyleşide [Bir+Bir’deki bir söyleşiydi sanırım] söylediği şu sözler düşer aklıma:

“Ülkü Tamer eski eşim ama, Antep’te eski sinemalar, orda film nasıl seyredilir, film nasıl kopardı diye nostalji dolu yazılar yazıyor. Film kopması neden hoş bir şey olsun ki?”

31.Temmuz.20

Kitap-lık’ın Memet Baydur sayısında [sayı 205], Hakan Savlı, üzgün olduğu bir gün, Memet Baydur’un onu avutmak için şöyle dediğini yazar: “Birkaç bin kişiyiz bu dünyada biz. Birkaç bin atlıyız biz.”

Hakan Savlı, bu sözlerin anlamını, Baydur’un “Maskeli Süvari”sini izledikten sonra çözdüğünü söylüyor. Maskeli Süvari oyununun kahramanı Maskeli Süvari [kendisi maskeli olsa da işi başkalarının maskelerini yerle bir etmektir], şöyle der mahut oyunda: “Yeryüzünün dört bucağına yayılmış bin kişi kadardık…”

Hakan Savlı’nın Kırgın Karnaval adlı kitabında Memet Baydur’a ithaf edilmiş bir şiir var: “Mİ FA Mİ”.

Hakan Savlı’nın bu şiirinden kısa bir alıntıyı buraya konduralım ey okur:

Sayımız çok az Aziz Kepler diyor, Galileo,
kitaba çok teşekkür ederim. Annenizin bir cadı diye
yakılmak istendiğini duydum, ne yazık ki sizin
kadar cesur değilim.
4 Ağustos 1597, Romeo ve Jülyet’i
yazıyor o günlerde Şekspir. Sadece altı gezegen tanımlanmış henüz
ve beş uzay hesaplanmış geometriyle, evreni anlamada henüz fizik yok.
Ve yüz sekiz yıl sonra bütün parçaları birleştiriyor Newton.
Doğanın kanunları ilk kez tanımlanıyor. Gizem basit.
İçinde fizik ve şiir var artık.

3.Ağustos.20

Trt-2’de güzel filmler gösteriliyor bazen. Alin Taşçıyan’ın filmin öncesi ve sonrasındaki yorumları da seyir zevkini çoğaltıyor ve filmleri daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Dün akşam, İranlı yönetmen Nima Javidi’nin Müdür [The Warden, 2019] adlı filmi gösterildi. Filmi görmüş olanlar için devam ediyorum: Film güzel ve fakat baş karakter Müdür’ün vicdani dönüşümüne [eğer böyle bir şeyden söz edilebilecekse] dair ipuçlarını pek yakalayamadım ben film boyunca. Filmin sonunda, Müdür’ün Kızıl Ahmed’in kaçmasına izin vermesi, benim için biraz havada kaldı. Nedir, bu havada kalma, iyi bir sinema izleyicisi olmadığımdandır belki de.

Filmin hikayesini ya da senaryosunu okuma şansım olsaydı, muhtemelen, Müdür karakterindeki değişimi daha iyi anlayacaktım. Çünkü hikaye okumak konusunda talimliyim ama görsel metinleri okumak ve anlamakta yeterli birikime sahip değilim.

MV5BOGVmZDVlZTktZTRiNi00NTlmLWFiNDctYWQxYzc1NTk0ZDRhXkEyXkFqcGdeQXVyNjkxOTM4ODY@._V1_

1999-2000’de Uğur Mumcu Vakfında verdiği sinema tarihi derslerinin notlarından oluşan bir kitabı var Memet Baydur’un: “Sinema Yazıları”. Vefatından sonra, eşi Sina Baydur’un isteği üzerine, Oğuz Onaran hoca kitaplaştırmış bu notları ve yazıları. Bu yazılardan birinde [Sinema Dilinin Gelişmesi] anlatıyor Baydur: Birinci Dünya Savaşından sonra Fransızlar, Afrika’daki sömürge ülkelerindeki yerli halka götürmüşler sinemayı. İki ağaç arasına gerilen beyaz çarşafa yansıtılan film gösterimlerine davet ediyorlar yerli halkı. Afrikalıların bu davetlere icabet etmeme şansları yok. Nedir, İslam’daki mahut yasak nedeniyle, perdenin karşısına kurulduktan sonra, film başlar başlamaz kapatıyorlar gözlerini ve film bitene dek de açmıyorlarmış. Ey okur, Baydur’un yalancısıyız biz. Şöyle bağlıyor konuyu iki gözüm Baydur:

“Jean Claude Carriere, bizlerin de bu Afrikalı Müslümanlardan pek farklı olmadığımızı söylüyor bir kitabında. Elbette onların tersine biz sinemaya gittiğimiz zaman, o karanlıkta gözlerimizi açık tutuyoruz ya da öyle yaptığımızı zannediyoruz. Ama hangimiz tamamen kendimizden emin olarak bir filmin tamamını gördüğümüzü iddia edebiliriz? (…) Birçok nedenden ötürü, bu nedenler de çoğu zaman anlaşılır olgular değildir, mükemmel bir seyir mümkün değildir. Görmeyi ya da algılamayı yadsıdığımız şeyler olacaktır sinema ekranında. (…) Her filmde gölgede kalan bir bölge, görünmeyenlerin biriktiği bir alan vardır. Bunlar oraya filmin yönetmeni ya da yazarı tarafından bilerek konulmuş olabilir.”

İşte, ancak gözlerini tamamen açmayı öğrenmiş [bolca film izleyerek, okuyarak öğrenmiş] bir izleyici fark edecektir o bilerek konulmuş olanı.

Benim, Müdür’deki müdürün “vicdani dönüşümünü” anlamayışım bundan. Muhtemelen.

Bir tekerlemeyle avutuyorum kendimi şimdi: Müdür, müdür müdür?

4.Ağustos.20

Bu aralar Bay Memet Baydur’la [ve onu okudukça açılan ara yollara saparak] geçiyor okuma hayatım ama arada sırada başka kitaplara el atmıyor da değilim. Devrim Çetinkasap’ın çevirdiği Pascal’ın Düşünceler’i de bunlardan biri.

Kısa düşünce uçları, gözlemler, notlardan oluşuyor Düşünceler.

Pascal’ın üslupla ilgili şu sözlerini, “Üslup: Bizim Güzel Özrümüz” başlıklı yazımı yazmadan önce okumuş olsaydım, muhakkak dahil ederdim yazıya. Buyrunuz, şöyle buyurmuş Blaise Pascal:

“Doğal bir üslupla karşılaşınca hem şaşırır hem de hayran kalırız, çünkü bir yazar görmeyi beklerken, karşımızda bir insan buluruz.”

img_1596369230232

Bu aralar Baydur’la yatıp kalkıyorum, demiştim. Adalet Ağaoğlu’yla mektuplaşmalarını sindire sindire okuyorum. Baydur’un bazı mektupları o kadar güzel ki, bir daha bir daha okuduğum oluyor aynı mektubu. Bir yandan oyunları, yazıları ve, ulaşabildiğimce, çevirileri dahil bütün külliyatına el atmak istiyorum.

Tabii bir yandan edebiyat tarihi [belki magazini?] bakımından da ilginç şeyler fark ediyorum. Söz gelimi Selim İleri’nin “ben Sevgi okuruyum” demesinden sonra Adalet Hanım’ın onu adeta “gözden çıkarması” ve [eh, mektuplar bunu gösteriyor] Baydur’u da bu konuda ikna etmesi gibi.

Bir de Murathan Mungan var… Ekim 1979’daki birkaç mektuptan anladığım şu: Baydur ve Adalet Hanım, Oğuz Atay’ın birdenbire kıymetinin bilinmeye başlamasına içerlemişler. Oğuz Atay’ın, deyim yerindeyse, bir modaya dönüşmüş olmasına ifrit oluyorlar. “Birkaç sene önce neredeydi bu insanlar, Atay anlaşılmazken, yüzüne bakılmazken” demek istiyor gibiler. Aşağıda okuyacağınız alıntıları bu bağlamda okuyunuz.

Önce Baydur’un mektubuyla başlayalım:

Edgü’nün kitabını da genellikle sevmedim… Ama kendi yazdıklarımı da sevmiyorum bazen… Yani o kitapta yer yer iyi yakalanmış bir anti-şiir var… Bence… Tabii büyük kusuru, dil ve anlatım açısından fazla tetikte olması… Yani sürekli “hikâye yazdığının farkında…” Oğuz Atay’ın bir roman kahramanı, kadınla yatarken “iyi oluyor, iyi oluyor…” diye düşünür ya, işte bu adamlar da yazarken “iyi oluyor, iyi oluyor” diye düşünüyorlar sanırım… Aynı havayı Selim İleri’nin Her Gece’sinde ve aydın-genç-akıllı-sert-külyutmaz yazarlarımızın çoğunda seziyorum… Kendilerine yutturdukları bir uzun hava…”

Adalet Hanım da şöyle yanıtlıyor Baydur’u:

Bugün sana kitap bakmak için Kızılay’a iner inmez “Toplum”da o yazarlık rolünü şeddeli bir cinayet içinde (hastan yokmuş gibi) oynayanlara rastladım yine. Ne de olsa sanatçı takımı formasyonumuzun büyük bölümü komşu … kültüründen oluşuyor. Herkes bu rolleri de çatlatarak oynamak gerektiğine inanıyor. Onlar aynı zamanda iyi müridler. Yeni peygamberlerinin kim olduğu sence malûm. Fellik fellik ve acilen (!) Oğuz Atay’ın romanlarını arıyorlardı. O romanların İstanbul’un ünlü yokuşunda okkayla satılırken, bunlar herhalde okka tezgâhlarında ağır işçi olarak çalışmakta idiler. Evet, senin bana hatırlattığın ya da gözüme soktuğun hiçbir şeyi unutmamak için yineleme ve “kullanma” metodunu uygulamaya ansızın karar verdim. “İyi oluyor, iyi oluyor” tınlamaları arasında, yazarlığa yirmisinde adaylığını koymuş Murathan, “Tutunamayanlar”ı hâlâ ele geçirip tek satırını okuyamamıştır, ama (üstünden yeni tekkesinin buharları tüte tüte) Oğuz Atay’ı övmeye başlayınca Selim Işık’ın oyunlarından “Yazarlık Oyunu”nun “Vicdan Azabı” bölümünü anmak görevini yükledim kendime. Hani yedi mi, dokuz mu çocuklu yoksul adama yardım etmek vicdan azabı sahne hayatına atılıyor ya!

5.Ağustos.20

Baydur’un külliyatı dedik… Evet, bazı kitapların yeni baskıları olmadığından ulaşmak zor olsa da Baydur’un yazdıkları basılmış büyük ölçüde. Nedir, bir eksik, okkalı bir eksik var: Edip Cansever’le mektuplaşmaları.

Baydur’un Cansever’le mektuplaştığını biliyoruz [gazete yazılarının birinde de bahsediyor bundan]. Hatta Edip’in Lastik Topu’nda Ülkü Uluırmak’ın bahsettiğine bakılırsa, Memet Baydur bu mektupları, söz verdiği halde, bir türlü ulaştırmamış Ülkü hanıma. Nerede acaba bu mektuplar? Basılsa ne güzel olmaz mı? Olur bence.

Onur Çalı