3.Temmuz.20

İnsanların bir otelde kıstırılıp saatlerce can pazarında korku ve endişeyle soluksuz kaldıkları, dumandan boğularak öldükleri bir katliamın üzerinden henüz birkaç gün geçmişken oturup “Sivas Göklerinde Sırp Tayyareleri Uçacak Mı?” başlıklı bir yazı nasıl yazılır? Bunun için “büyük şair” olmak gerek.

6.Temmuz.20

Psikolojide kesin bir adı vardır bu marazın. Eşyalarımı, kitapları değil kitapları değil, atamıyorum. Ne kadar eskimiş olursa olsun. Yıllardır [tam yıl sayısını vermeyeyim, hakkımda kötü düşünmenizi istemem] kullandığım bir sweatshirt’ü sonunda, birkaç ay önce, atabildim ancak. Geçenlerde eski gözlüğüm rüyama girdi. Çok seviyordum o çerçeveyi.

Böyle bir marazı olanlar, hep aynı tipte kıyafet [ya da gözlük modeli] kullanmak isterler. Sorun şu ki, ne gerek varsa ne gerek varsa, bir aldığınızı bir daha bulamıyorsunuz. Yıllar önce bir gözlükçüyle kavga edecektik neredeyse, adama yuvarlak çerçeve istediğimi söyledikçe, onların modasının geçtiğini söyleyip durdu. En sonunda, istediğime benzer bir çerçeve bulduğumda da, onun “kadın gözlüğü” olduğunu söyleyip beni caydırmaya çalışmıştı. İnsanlar gerçekten çok tuhaf!

7.Temmuz.20

İnsanların en çok sevdikleri iki soru şu: “Nerelisin?” ve “Evli misin?”

Bu sorulara verdiğiniz yanıtlara göre sizi kafalarında nereye konumlandıracakları konusu açıklığa kavuşur. Böylece rahatlarlar.

8.Temmuz.20

Cemal Süreya’nın Günler’ine bakıyorum arada. 331. Gün’de dergicilikten açıyor yine:

“İyi niyetini kanıtlama olanağı bulan her derginin bir süre yaşayacağına inanıyorum. Dergi dediğin de niçin daha fazla yaşasın sanki.

Ismarladığın, istediğin yazıya telif hakkı ödemeyeceksen dergi çıkarma.”

Çünkü telif, telif hakkı ya da [Fakir Baykurt’un demesiyle] yazı hakkı, kim ne derse desin, yazı emekçisinin hakkıdır. Maalesef telif ödememek geçer akçe oldu çıktı.

***

C. Süreya, 314. Gün’de, iki gözüm Salâh Bey’in yazılarıyla karikatürist Chaval’ın çizgisi arasında bir benzerlik gördüğünü söylüyor.

1968’de intihar etmiş Chaval [ya da Yvan Francis Le Louarn], birkaç çizgisini koyalım buraya.

9.Temmuz.20

Bizde “büyük” adamlar hep ciddi ve asık suratlı olmak zorundadırlar. Öyle ki, insani bir tarafları onları gülümsemeye zorladığında, çok tuhaf bir hal alırlar. Küçük bir çocuğun, bir yetişkini taklit etmesine benzer bir şey olur. Öyle absürd bir andır ki o, bir an önce bitsin, her şey yine o ağır ciddiyet halesine bürünsün istersiniz.

15.Temmuz.20

2017’deki başkanlık referandumu öncesinde bağzı futbolcuların, şarkıcıların ve futbolcu eskilerinin, video çekip paslaşarak referandumda “evet” diyeceklerini beyan ettikleri, sonra da “var mısın kardeşim?” diyerek pası öbürüne attıkları günleri hatırlarsınız.

eduardo_galeano_telesur_small

Galeano, güzelim kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da şöyle der:

“Profesyonel sporun teknokratları, futbolu sırf sürate ve güce dayalı, mutluluğa boşvermiş, fantezinin gelişemediği, cüretin yasaklandığı bir spor dalı haline getirdiler. Bereket çok ender de olsa hâlâ sahalarda kuralların dışına çıkarak, sırf bedensel bir şevk uğruna, yasaklanmış özgürlük serüvenine atılan, rakip takımı, hakemi ve tribünlerdekileri şahlandıran bir yüzsüz çıkıyor.”

Aklıma ister istemez Metin Kurt başta olmak üzere futbol endüstrisinin içinde Bergama Maltepe’deki güzelim papatyalar gibi ayrıksı ve güzel duran abiler geliyor. Hatta ve elbette, yeşil sahaların gelmiş geçmiş en büyük “yüzsüz”lerden biri olan Eric Cantona düşüyor akıl tasıma. Belki hatırlarsınız, 2010 yılının sonlarında Sarkozy’nin emeklilik yasasını protesto eden Fransızlara şunu söylemişti Kral:

“Bunca yoksulluk varken mutlu olabileceğimizi sanmıyorum. Ama yapacak bir şeyler var. Bugünlerde sokaklarda olmak ne anlama geliyor? Protesto etmek mi? Kendinizi kandırmayın. Bu işe yaramaz. Devrimi başlatmak için ellerimize silah almıyoruz, bugünlerde devrim yapmak gerçekten kolay. Sistem bankaların gücü üzerine kurulu, bankaların çökertilmesi gerekir.”

Peki Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı izlediniz mi? Rahmetli Savaş Dinçel’in canlandırdığı mahallenin kalender, görmüş geçirmiş ve ancak öldükten sonra Ermeni olduğunu öğrendiğimiz [yine de Müslüman mezarlığına defnedilen] Esnafspor’un antrenörü Hacı karakteri ne diyordu orada:

“Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir ama aslında toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da böyle değil mi? İstediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin. Evet, kaybedersin.”

E biz de yumurtlayalım meramımızı ki niyetimizi hâlâ anlamayan varsa onlar için de aşikar edelim: Edebiyat da fena halde futbola benzer. Köşesinde oturup hiçbir şeye karışmayan, deyim yerindeyse tavşan boku gibi ne kokup ne bulaşan yazarları sevmiyorum ben. Başka insanlara, hayata, başka yazarlara dokunan, onlarla birlikte ve hep beraber üreten, dergiler çıkaran, edebiyata kafa yorup müdahale eden, etmeye çabalayan yazarları seviyorum. Hakeme kırmızı kart gösteren Salih Dursun’a varım ben, Arda Turan’a değil. İçerdeki meslektaşlarını unutmayan Güntekin Onay’a varım ben, şeytan Rıdvan’a değil. Hiçbir ödüle tenezzül etmeyen Sezai Karakoç’a varım, müstebitin elinden ödülünü aldıktan sonra “yürüyüşünüz yeter cumhurbaşkanım” övgüleri düzen Rasim Özdenören’e değil. İnandığı dava uğruna çile çekip bunu bile bir yaşama sevincine döndüren Nazım’a varım, dönemin Başbakanı Menderes’e yalvaran mektuplar döşenip para dilenen “çile”ci Necip Fazıl’a değil. Eğri otursak da doğru konuşalım: Söylediklerim benim şahsi tercihlerimden ibaret değil; bir edebi ve ebedi-ezeli ahlak problemidir bu.

Hayat futbola fena halde benzer; edebiyat futbola, hayat edebiyata…

Benzer, benzer ve fakat hayatın boyu edebiyattan epey uzundur. Barış Bıçakçı’nın zarif plasesiyle söyleyecek olursak: “Edebiyatla hayat takım kurup futbol maçı yapsalar, hayat üç çeker edebiyata!”

Mesele yenilmemekte değil aslında [mesele yenilmemek de değil, yenilmez olmak da değil], teslim olmamakta. Tut ki Gençlerbirliği’sin. Olmaz a, oluyor işte, hayat kupasında Barcelona ile karşılaşıyorsun. Yenileceksin müsabaka sonunda, kesin bilgi. Ölüm de böyle bir şey işte, öleceğiz, kesin bilgi. Peki, mağlubiyetin mutlak olduğu bu müsabakada ne gelir elimizden? Efendi oynayacaksın, taraftarına dürüst olacaksın, oyunu tüm sahaya yayıp sahanın her noktasına ayak basmaya çalışacaksın, ter dökeceksin, pas yapacaksın, takım arkadaşlarınla yardımlaşacaksın. Gol atabilirsen ne âlâ ama şart değil, zarif çalımlarını ve estetik paslarını maç sonunda kâr sayacaksın. Oyun bu, ciddiye alacaksın ama asık suratlı olmayacaksın. Oynarken eğlenmesini bileceksin çünkü kesin bilgi: Oyunun sonunda yenileceksin. Öleceksin.

Maç bittiğinde, ölüp gittiğinde, nasıl anılacaksın? Oyun keyfini ve vicdanını kaybetmemiş bir şerefli mağlup olarak mı yoksa futbol endüstrisinin tüm kirli desteğini arkasına almış vicdansız, oyun duygusunu kaybetmiş bir galip, bir şampiyon olarak mı? Bir edebiyat teknokratı, edebiyat bozuğu olarak mı anılmak istersin yoksa bir “yüzsüz” olarak mı? Mesele bu.

16.Temmuz.20

Saçlarımdaki aklar arttı. Yeşilçam filmlerinde bir gecede saçı bembeyaz olan adamlar vardı. O kadar değil ama “sıkıntı” [sıkıntı yok’taki sıkıntı değil, harbi sıkıntı], gerçekten de saça ak düşürüyormuş. Tabii, Türk siyasi tarihinin en yüzsüzlerinden biri [hayır, yukarıdaki olumlu anlamıyla yüzsüz değil, düpedüz yüzsüz, utanmaz, sahtekar] Demirel’in dediği gibi: “Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz.” Böyle bakıldığında saçımıza ak düşüren sıkıntıların müsebbibi de kendimizizdir. Zaten liberallere göre, insan hep suçludur. Ebedi bir mücrimdir insan. Yerseniz.

Onur Çalı