İlk kitabı Dış Kapının Mandalı’yla 2015 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanan Arzu Uçar, ikinci kitabı Bir Küçük Delilik’te iktidar/erk/otorite temsillerinin bireyler üzerinde kurduğu baskıyı odağa alıyor. İktidarın hiyerarşik yapısının gündelik hayat içindeki görünümleri ilişkiler bağlamında verilirken başkaldırı biçimleri delilik fikri üzerinden yükseliyor. Normalin sınırlarının muğlaklaştığı delilik anları bireylerin maruz kaldığı otorite figürlerine karşı kişisel kalkanlara dönüşüyor. Birey ve iktidarın temsili (eş, sevgili, sevilen, aile, toplum) arasındaki ilişkinin boyutları delilik dilinin nasıl kurulduğu, öykülerin kimliğindeki işlevi ve hangi düşünsel, duygusal iletiler taşıdığı konusunda belirleyici oluyor.
Arzu Uçar öykü kişilerine baş edemedikleri korkuları, tedirginlikleri, beklentileri, hayal kırıklıklarını görmezden gelebilecekleri, kaçış alanlarına, küçük deliliklere çekiyor. Deliliğin görece güvenli sınırlarına çekilip konaklayan öykü kişilerinin davranış örüntüleri kimi zaman çaresizliğin kimi zaman umudun kimi zaman da vazgeçmenin altını çiziyor. Öykülerin duygu ve düşünce evreni iktidarın/erk’in tahakküm gücünün yıkıcılığı merkeze alınarak inşa ediliyor. Arzu Uçar kitaptaki on bir öykü ile bireylerin dayatılan roller karşısındaki tepkilerini, yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı derinleştirirken ilişkilerin evrildiği biçimlere ayna tutuyor.
Bir Küçük Delilik
Kitaptaki ilk öykü Bir Küçük Delilik ve son öykü A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna gerçekliğin farklı bakış açılarıyla sunulduğu, birbirini bütünleyen iki öykü biçiminde kurgulanmış. Evli bir çiftin yabancılaşmaları ve ürettikleri yalnızlıkların kişisel tarihlere yaslanarak aktarıldığı öykülerde mesafe izleği öne çıkıyor. Kişinin hayatla, zamanla, sevdikleriyle, kendisiyle arasındaki mesafe öykünün zeminini oluşturuyor.
Bir Küçük Delilik’teki başkişi (Son öyküde adının Leyla olduğunu öğreniyoruz) evin/mahrem alanın sınırları içinde hapsolmuş, kaybolmuş bir kadın. Leyla hayatla ilişkisini bekleme ve erteleme üzerine kuruyor. Beklemeyi ve ertelemeyi de temizlikle kodluyor.
“Bugün gelecek, dedi kadın. İçinden. O sırada tel süzgeci duruluyordu akan suda. İki tarafını da iki kere. Üzerinde sabun kalmayınca ovalamadan son kez sudan geçiriyor.”[1] (s.13)
“Bugün gelecek,” diyor o sırada. İçinden geçirmiyor, yüksek sesle söylüyor. Yalnızken iyi de bazen adam içerdeyken ve hatta yan yana otururlarken de yapıyor aynı şeyi. O zaman sıkıntı oluyor.” (s.13)
Leyla’nın iç sesini bastırmak için kurduğu temizlik düzeninde kahve içmeye, kitap okumaya bile vakti kalmıyor. Tüm yoğunluğun arka planında gizlenen bekleyiş, öykünün kilit noktasını oluşturuyor. Zira “Adam yokken iyi de adam evdeyken geleceğini varsaymak hayli saçma oluyor.” (s.13) cümlesiyle yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın altı çiziliyor. Tercih edilen bir yalnızlık değil bu maruz kalınan, dayatılan bir yalnızlık. Sevgiyle kurulan bir ilişkinin dönüştüğü yalnızlık. Yanında olan ancak başka bir zamandaki kişiyi, sevdiği zamanlardaki kişiyi bekliyor Leyla. Geçmişteki sevgilinin bugünkü hali Leyla’nın zihninin şimdi ve geçmiş arasındaki boşlukta salınmasına ve ona çeşitli oyunlar oynamasına neden oluyor. Gerçeklik sınırlarının muğlaklaştığı anlar Leyla’nın kendisine, eşine ve evliliğe yüklediği anlamlara dair bilinçaltı imgelerini gösteriyor.
“Uçarken sadece bunu düşünüyor; mukavvaya dönüşmüş bir çarşafın peşinden uçmak ona hiç garip gelmiyor ama lodosun ona kızmış olmasına çok içerliyor. Sahile vardıklarında vapur seferlerinin iptal olabileceğini düşünüyor. Bugün gelmeyecek mi?” (s.15)
Leyla’nın çarşaflarla birlikte pencereden, evin sınırlarından uçarak çıkması zihnindeki ağırlıktan (evliliğin, ilişkinin dönüştüğü yalnızlıktan) kurtulmak, hafiflemek fikrinin yansıması kabul edilebileceği gibi çarşafın da evliliği sembolize ettiği söylenebilir. Ancak Leyla’nın kendisini kuşatan sınırlardan, sorumluluklardan kaçma dürtüsü gerçekliğe yeniliyor ve zihnindeki oyundan düşüp eve geri dönüyor. Alt kata düşen çarşafları getiren komşuyla içilen kahve ise üstü örtülen anne olma isteğini sezdiriyor. Komşuya söylenen “Bıraksaydınız orada keşke” cümlesinin arkasındaki mutsuzluğun kaynağı, örtük tahakkümün öznesi Leyla üzerinde yıllara yaydığı planlı egemenliğini son öyküde anlatıyor.
Korku
Korku, iktidar bağlamında değerlendirilebilecek, iktidarın cinsel kimlikler üzerindeki tahakkümünü örtük, sembolik bir dilde ifade ediyor. Korku izleği etrafında biçimlenen öyküde öğretmenlik yapan başkişinin yaşadığı kasabada küçülen dünyası ve bu dünyanın üzerine çöken karanlık aktarılıyor. Rüya dilinin bilinçaltı katmanlarını işaret ettiği öyküde korku unsuru köpek figürleriyle somutlaştırılıyor.
“Korkuyorum. Pencereler kapalı, evin dış kapısı, odaların kapıları kapalı. Buraya kadar gelemezler, biliyorum. Yine de korkuyorum.” (s.19)
Sokaklarda başıboş gezen köpeklerin acımasız karaltılar olarak kişileştirildiği öyküde başkişinin kapıları kilitlemesi, köpeklerin içeriye girebileceklerini düşünmesi onlara yüklediği simgesel anlamlara işaret ediyor. Kilitlenen kapılar saklanan, saklanması gereken bilgiyi içeriyor.
“Siyah, çirkin suratlı, uzun bacaklı olanı ağababaları gibi dolaşıyor aralarında. Rüyama giriyor. Son günlerde daha sık. Yatağımda sırtüstü uzanıyorum, ayaklarımdan başlıyor yemeye.” (s.20)
Saklanan bilgi ve iç dünyadaki çatışmalar rüyaların olasılık evreninde yine köpek formunda kimlik buluyor. Kara bir duman gibi hayal edilen korku, bastırılmaya çalışıldıkça bulduğu her çatlaktan yüzeye çıkıyor. Bir tek Ali Hoca engelliyor korkuyu, başkişi sadece Ali Hoca’nın yanında korkuyu öteleyebiliyor.
“Ali Hoca’nın yanındayken böyle değil ama. Korkum bir kuş olup kanatlanıyor göğsümden. … Okul ya da kahve çıkışı, yolu benim evin yakınına düştüğü şanslı zamanlarımda, o hiç durmadan ve hararetle elini kolunu sallayarak konuşurken, ben göğsümü kabartarak dik dik bakıyorum arsa sakinlerine.” (s.21)
Korku, korkunun cisimleştiği köpekler, Ali Hocanın varlığıyla anlam kazanan duygular… Ali Hoca hem içteki yarayı deşen sebep hem de o yaranın merhemi, çözümün kendisi. Toplumsal kabule sığınma biçimi olarak da mesai arkadaşı figürü…
Öyküde içerisi ve dışarısı arasında kurulan karşıtlık birey-toplum çatışmasını örnekliyor. Erkek egemen dünyayla, eril tahakkümle ilişkilendirilen dış dünya/sokak ve mahrem alanla ilişkilendirilen iç dünya/ev içi… Güvenli kabul edilen mahrem alan toplumsal kabullerin tahakküm gücünün dışarıda bırakıldığı özgürlük alanını işaret ediyor. Sokağın, korkunun hakimiyetini ifade eden köpek karaltıları simgesel düzeyde eril tahakkümü destekliyor.
Ophelia’nın Beklenen Doğumu
Ophelia’nın Beklenen Doğumu, çocuk sahibi olmak isteyen genç bir çiftin beklentilerinin metinler arası düzlemde Shakespeare, Çehov metinleriyle ilişkilendirerek aktarıldığı bir öykü. Tiyatrocu çift Nina ve Hüseyin’in çocuk sahibi olmadan önce hayatlarına dair yaptıkları düzenlemeler eğitim ve kültür bakımından donanımlı bir çiftin bile toplumsal tahakkümün baskılarına maruz kaldığının göstergesi. Evliliğin mutlaka bir çocuk gerektirdiği fikri, çocuğun mutlaka herkesçe onaylanan fiziksel şartlarda büyütülmesi fikri öykünün iki eleştiri hattını oluşturuyor.
“Burası Ophelia’yı büyütmek için en uygun semt. İnsan profili eğitimli, düzgün; bir sürü iyi okul ve park var.” (s.77)
Doğması beklenen çocuğun hayaliyle biçimlenen öykü Nina’nın gördüğü her çocukta deliliğe sürüklendiği anlarla ilerliyor. Annelik-babalık izlenen oyunlara dönüşüyor ve doğumu geciken Ophelia için yapılan fedakârlıklar Nina ve Hüseyin’i bu oyuna hapsediyor. En sağlıklı spermler için sabahları sevişilen, işe gitmek için kilometrelerce yol gidilen birçok şeyden vazgeçilen bir oyun. Tiyatro replikleriyle derinleştirilen öykü bir süre sonra rotasını değiştiriyor. Zira “dikenli tellerle sarılı siteler, ankastre mutfaklar, tertemiz parklar, kartondan yapılmışa benzeyen birkaç ağaca bakan bir balkon”un konforu boşluğa dönüşüyor. Adeta bir kurgunun içinde yaşadıkları izlenimine kapılan Nina, bir hayatı yanlış yerde var etmeye çalıştıklarını bunun sonucunda da birbirlerini kaybedeceklerini anlıyor. Üstelik eski küçük evlerindeki randevusuz sevişmelerini özlediğini fark ediyor. Ait hissettikleri, gerçekten mutlu oldukları hayatı özlediklerini…
A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna
Kitabın son öyküsü A Noktasından Yusuf’un Kuyusuna ilk öyküdeki yalnızlık ve yabancılaşmayı ötekinin/eşin bakış açısından aktaran soru işaretlerini açan, karanlıkta kalan noktaları aydınlatan ve tahakkümün kaynağını görünür hale getiren bir öykü. Evliliğe ulaşan ilişkinin başlangıç evresi ve süreçleri erkeğin gözünden aktarılıyor. İktidarın temsili ‘koca’ kendini Tanrı olarak tanımlıyor ve Leyla üzerinde kurduğu egemenliği, oynadığı oyunları başarı hikâyesi olarak sunuyor.
“Bana taptığı zamanlarda düşük çenemden saçılan büyük lafları hayranlıkla dinler, onu terk edeceğimden deli gibi korkardı. Bu korku halinin sürüp gitmesi için elimden geleni yapardım, hiç yorulmadan hem de.” (s.84)
“O kadar doldurdum ki kendimle onu, sonunda içinde ona ait bir yer kalmadı. Herkes anılarını anlatırken o benimkilerden bahsederdi.” (s.85)
Ben acımasız bir tanrı olmadım hiç diyen ve Leyla’nın üzerinde kurduğu tahakkümü sevgiyle örten başkişi Leyla’yı kaybetme korkusunun içine hapsederken ilişkiyi resmileştirdiği, toplumsal kabulün sınırlarına çektiği için Leyla’da minnet duygusu yaratıyor. Başkişinin ‘A noktası’ diye adlandırdığı Leyla’nın geçmişinin ve kişiliğinin zamanla silikleştiği öyküde Leyla ötekinin/eşin tasarımı bir ilişkide yaşamaya başlıyor. Dolayısıyla ilk öyküdeki bekleyişin geçmişteki sevgili kadar yitirilen benliğin, kendilik bilincinin de olduğu söylenebilir. Ancak temizlik takıntısının, günlük yemek hazırlıklarının ardına gizlenen kimlik kaybı beklediği yerden çıkıyor ve Yusuf’un kuyusunu aşıyor. Yeryüzü tanrısı ‘koca’nın hesaba katmadığı başkaldırı; benliğin uyanışını ve Leyla’nın gidişini işaret ediyor. Leyla’nın nasıl gittiği, başına ne geldiği ise muğlak bırakılıyor.
Başkişi/eş Leyla ve aslında etrafındaki birçok kişi üzerinde kurduğu tahakkümü kendi çocukluğunda yaşadığı deneyimler ile rasyonelleştiriyor. Zor bir hayatın içinden geçen başkişi, kendisini tanrıya dönüştüren süreci, düştüğü kuyulardan bilgiyle çıkışını Yusuf kıssasını anıştıracak biçimde aktarıyor.
“Ben bazen ölüyorum. Belki size de oluyordur. Öyle kıpırtısız, nefessiz kalmak gibi değil. Sırtından göğsüne bir ilmek atıyorum hayatın. Önce delmek, sonra sağlamlaştırmak için kendimi.” (s.83)
Metinler arası düzlemde Hz. Yusuf’un hikâyesiyle birleşen öyküde dönüşen/dönüştürülen Leyla’nın düğümlerini atan otorite figürü eş, Tanrı taklidi yapan bir çocuk gibi güçlü olmak, güçlü kalmak adına ezmeyi, tahakküm altına almayı öğrendiğini anlatıyor.
“O zamanlar daha küçük olduğum ve kendimi dikmeyi henüz öğrenmediğim için düştüğüm bu kuyu dizlerimi çok kanatmıştı. Ama kuyuda tanıştım kitaplarla ve insanlarla nasıl konuşulacağını yine kuyuda öğrendim. Çıktığımda hiçbir Firavunla kesişmedi yolum ve kuyuda keşfettiğim dünya sırlarını ilan etmek üzere insanların masalarına oturdum. Merhaba! Ben Tanrı!” (s.87)
Zayıf ve cahil olanın ezildiği bir hayatta ayakta kalması gerektiğini erken yaşta fark eden başkişi erkeklik kurgusunu da bu bilgi üzerine inşa ediyor. Leyla’nın merkezde olduğu etki alanındaki herkes bu kurgunun nesnesi oluyor.
“Çevremdeki adamlar dalga geçmeye kalkıyorlar bazen. Siktir çekiyorum, susuyorlar. Erkekliğimi hatırlasınlar diye davudi sesimi daha da dikleştiriyorum.” (s.87)
Kişisel mitolojisini ve hayatla uzlaşma biçimini erkeklik, tahakküm ve iktidar üzerinden kuran başkişi, Leyla’nın başkaldırısına sessiz kalmıyor. Leyla’nın ‘A noktası’na dönüp orada kalmayı planladığını haykıran cümleleri başkişiye eski yarasını hatırlatıyor. Etin ve kemiğin aklına düşüyor yol ortasında bekleyen o çukur. Başkişinin yeniden çukura tıkıldığını aktardığı cümleler Leyla’nın akıbetine dair ipuçları taşıyor.
Sonuç
Arzu Uçar Bir Küçük Delilik’te, tahakkümü görünmez kılan duygusal, düşünsel örüntülere odaklanıyor. Fark edilemeyen veya görmezden gelinen kötülüğü başka başka bağlamlara taşıyarak aktarıyor. Aile, evlilik, sevgililik, toplum aracılığıyla beliren mikro iktidarların bireylerde ortaya çıkardığı savunma hatlarını ele alıyor. İlişkiler dolayımıyla üzerlerinde kurulan tahakküme ‘hayır’ demeye çabalayan öykü kişilerini küçük delilik anlarına çekiyor. Farklı kılıklara bürünen delilik anları öykü kişilerinin sevdikleri kişilere, ebeveynlerine, topluma başkaldırı biçimlerini ifade ediyor.
Mizaha açılan kapıların da bulunduğu öykülerin gizli geçitlerinde toplumsal yapının ataerkil kodları okunuyor. Tahakküm konusunda özneyi de nesneyi de mağdur eden yazısız kurallar öykü kişilerinin eylemleriyle görünürlük kazanıyor. Erk’in değişen yüzleri bazen baba-oğul ilişkisinde, bazen birlikte yaşayan kişilerin evli olup olmadığını izleyen komşu gözlerinde, bazen sevgisinden emin olunan kişiyi duygusal köleye dönüştüren ilişkilerde kimlik kazanıyor. Kitaba adını da veren küçük delilik anları ise baş edilemeyen huzursuzluğun, mutsuzluğun ötelenmesi anlamına geliyor.
Hande Balkız
[1] Arzu Uçar, Bir Küçük Delilik, İthaki Yayınları, İstanbul, 2019 (Alıntılar bu baskıdandır.)
Türk Edebiyatı yaratıcı bir o kadar insancıl öyküler yazan bir hikâyeci kazanmış