“Yazmak özgürlük istemenin bir başka biçimidir.”
Sartre
Yazarken gül koklarsın. Yazarken yıkanırsın. Yazarken araba sürersin. Koklamazsın ama gül kokusu gelir burnuna. Islanmazsın ama yıkanırsın. Yerinden kıpırdamazsın ama yüzlerce kilometre gitmişsindir. Yazarken bütün duyargaların açıktır. Başka türlü yazamazsın. Yazdıkça empati kurarsın. Yazdıkça hatırlarsın. Yazdıkça özgürleşirsin.
Yazdıkça “öteki” kimse olursun. Yazdıkça başkalarının hayatını yaşarsın. Yazdıkça ötekilere bulaşırsın. Hayatına, yazdıklarının hayatı bulaşır. Tenha hayatını ötekiler kaplar. Kalabalıklaşırsın. Karakterlerin arkadaşın oluverir. Onları sen yaratırsın ama onlar da senin hayatını zenginleştirir. Çıkarsın kendi içinden. Çoğalırsın. Yalnızlık katlanılır bir hâl alır. Hafiflediğini hissedersin. Özgürlük senin özgürlüğündür, istediğin gibi kullanırsın.
Alman dilinin büyük yazarlarından Günter Grass, “Ya yaşarsın ya yazarsın” demişti. Yazmak yaşamanın karşısına konacak tek şeydir belki de. Ama öyle çetrefil bir şeydir ki aynı zamanda hem yazıp hem de yaşayamazsınız demek ister Grass. Yazmak kendini baştan çıkartmaktır aynı zamanda. Öyle bir baştan çıkarsın ki hayatını yazıya vakfedersin. Yazmak mı seni özgürleştirir ya da özgürlük mü sana yazdırır, belli değil. İkisi iç içe geçmiş galiba.
Yazarlık yalnız yapılan bir iştir. Belki de yazar için tek ödülü, bir hayatta birçok hayat yaşamaktır. Başka türlü katlanılamazdı bu yalnızlık duvarlarına. Yazar kişi, korkmadan aklının, beyninin içini açar okurlarına. Yazdıkça yazar kendini tanır, okudukça okur yazarını tanır. Edebiyat bir tanışıklık, zamanla bir akrabalık hâlidir, hem de en yakınından bile daha yakın. Yazarlar okurlarını, okurlar da yazarlarını seçer zamanla. İşte çoğalma böyle başlar, özgürleşme de…
Özgür düşüncenin en olgun meyvesidir yazı. Dolayısıyla yazar, özgür düşüncesini yazarak kendi özgürlük talebini bütün dünyaya açmıştır. İnsan doğasının özgürlük arayışlarından bir tanesi de yazmaktır. Yazdıkça kültür, kalıcılığını garanti eder. Özgürlük kendisini ispat eder. Yazar özgürce yazmalıdır ki özgürlüğü inşa etmekteki rolünü yerine getirebilsin. Yaz ki özgürleşebilesin.
Ben yazmaya başlayınca, etrafımdaki her şey bir mucize gibi bana yardım etmeye başlar. Böylece hayatıma giren her şey, yazdıklarıma da girer çıkar. Yazar benle, ben arasındaki köprü, bazen okura bile kapalıdır. Bazen herkese açık.
İnsanın öyküsü, aşkın öyküsü, özgürlüğün öyküsüdür. Bu öyküyü ancak özgür kalanlar yazabilir. Berfo Ana/Nine, örneğine bakalım. Berfo Kırbayır 105 yaşındaydı kaybettiğimizde. Tanıklar yok oluyor. “Oğlumu istedim. Nasıl dayanayım, ben anayım”, diyordu. “Beni çocuklarımın kemikleri bulunmadan gömmeyin”, demişti. 33 yıldır yüreği yanıyordu. Mide kanserinden öldü, midesi kaldırmadı. Ambulansla duruşmaya gelmişti. Beyaz tülbentten kenarları dantelli başörtüsüyle simgeydi. “Ölüsünü istiyorum, cenazesini verin!” diyordu. Evinde ağıt dinmiyordu. Cemil Kırbayır, yani diğer oğlu, sahipsiz mi kaldı? 33 yılını oğlunu arayarak geçirdi. Berfo Ana oğlunu aradıkça özgürleşti, özgürleştikçe aradı. Kavuşamadığı oğlunu aramasa köleleşecekti. Aramak özgürlüğe dönüştü.
Hasan Ocak da benzer bir örnek. “Bizim kayıplarımız devlet tarafından katledildiler. Mezarsızlık, sonsuz bir yas hâlidir bizim için” diyor Macide Ocak, Hasan’ın kardeşi.
Ölü aramak da bir özgürlük. Özgürlük sağlanır ve sürdürülürse, insanın arayışı devam ediyor demektir. Umut var demektir. Özgürlüğü ne sembolize ediyor?
Özgürlük doğrusal bir çizgi, hat oluşturmaz. Hep ve her zaman genişleyip ilerlemez. Bazı durumlarda kendini bile koruyamaz. Özgürlüğün çeperi var mıdır? Özgürlük duygusu tam olarak nedir? Özgürlük de diğer bazı kavramlar gibi paylaşılır ve böylece genişler…
Olmazsa olmaz iki kavram. İşte bu ikisi (özgürlük, merhamet) olmazsa edebiyat da olmaz. Bu yazıyı niye mi yazdım? Özgürlüğümü kısıtlamayayım diye. Kendi özgürlüğüme kavuşmak için. Başka bir amacı yok. Yazdıkça özgürleşmek, özgürleştikçe yazmaktan başka. Barış biter mi ki savaş başlıyor?
Bak kırlangıçlar geçiyor.
Tarhan Gürhan