“Dört Zait” öyküsü, Sait Faik’in 1950 tarihli beşinci öykü kitabı Mahalle Kahvesi’nde yer alır. İlk üç kitabı Semaver (1936), Sarnıç (1939) ve Şahmerdan’la (1940) geleneksel anlatı biçimlerinden çok da uzaklaşmayan Sait Faik, Lüzumsuz Adam’la (1948) birlikte kendi özgün tarzını yaratır. Dolayısıyla bu kitaptan sonra gelen Mahalle Kahvesi; öyküleme tekniği, temel izlekler ve dil tercihi bakımından Sait Faik’i en iyi yansıtan örneklerin yer aldığı eserlerden biridir. Buradaki üslubunu Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952) ve Son Kuşlar (1952)’da sürdürecek, Alemdağ’da Var Bir Yılan’la (1954) öykücülüğünün zirvesine ulaşacaktır. Hayattayken on öykü kitabı yayımlayan Sait Faik, Türk öykücülüğünün kurucu isimlerinden biridir.
Sait Faik’in az bilinen öykülerinden biri olan Dört Zait’in giriş kısmı, anlatıcının “asıl hikâye”ye giriş yapmadan önce sokakta yürürken yahut vapur beklerken sigara yakmak için ateş isteyecek, adres soracak insanları nasıl seçtiğimize dair düşüncelerini sıralamasıyla başlar. Öykünün girişi yedi paragraftan oluşur ve şöyle başlar:
“Yolda bir sigara yakmak canınız isterse, kibritiniz de olmasa, gidip de kimden yakarsınız? Bir yol sormanız lâzım gelse, kime sorasınız? Bir kalabalığın toplandığı yerde, ne oldu acaba, diye kime dersiniz?”
Bu cümlelerle öncelikle okurlara seslenen anlatıcı, daha sonra kendisinin de ateş istenecek, adres sorulacak adamlardan biri olduğunu söyler. Bu durum onu kimi zaman mutlu eder, kimi zaman da mutsuz. Hatta öfkeli veya kaba bir şekilde yanıt verdiği de olur soru soranlara. Buna rağmen insanların seçim yaparken bilinçli olduklarının farkındadır:
“Ama şunu da bilirim ki, insanoğlu tanımadığı insanoğluna bir şey sormak için, yirmi kişiden seni seçtiği zaman kendine göre birtakım hesaplar yapmıştır. Bu hesaplar da, psikolojik hesaplardır”.
Bu sözlerin ardından insan psikolojisine dair tespitlerini sıralar. Aslında bu bölümün tamamı psikolojik tahlillerle doludur ve insanın basit bir eyleminin arkasındaki psikolojik amilleri anlamaya yönelik bir çabadır. Böylece gündelik hayatta hepimizin yaşadığı ama dikkat etmediği, basit gibi görünen ancak üzerinde düşündükçe önemi fark edilebilecek bu ayrıntı, insan denen muammayı çözmeye çalışan yazarın elinde kurgu malzemesine dönüşmüştür. Nitekim hepimiz ateş isteyecek, yol soracak birini ararken psikolojik hesaplar yaparız. İnsanların yüzlerine bir anlam arıyormuşçasına bakarız. Kimi zaman bir anlam yakalarız yüzlerde. Kimi zaman da orada ne görüyorsak soru sormaktan vazgeçer, yolumuza devam ederiz.
Öyküye bu cümlelerle giriş yapan anlatıcı-yazar, devamında fizyonomi ve psikoloji bilimine alaycı bir tavırla yaklaşarak insanın mimiklerinden, hâlinden, tavrından onun tam olarak nasıl biri olduğunun anlaşılamayacağını söyler. Dolayısıyla yapılan psikolojik hesaplar her zaman tutmayacaktır kuşkusuz. Fizyonomi, yüz okuma demektir. İnsan yüzündeki çizgilerin incelenmesiyle kişinin ruhsal yapısı hakkında çıkarımlarda bulunur. Bu alanla ilgili çalışmalar oldukça eski dönemlere dayanır. Aristoteles bu konuda bir kitap yazmıştır. Fizyonomi, kesin sonuçlar vermese de görünenden hareketle görülmeyenleri anlamaya çalışır. Giorgio Agamben’in “Yüz” isimli yazısında dediği gibi “Yüzün sergilediği ve ifşa ettiği şey, ne anlama sahip şu ya da bu önermede ifade edilebilecek bir şeydir ne de ebediyen aktarılamaz kalmaya yazgılı bir sırdır”.[1] Dolayısıyla burada bir tezat vardır. Hem her şeyi ele verir yüzümüz hem de sakladıklarıyla birçok gizi barındırır. Bu sebeple, tahminler ve yorumlar her zaman işe yaramaz. Sait Faik’te yüz, gözler ve bakış önemlidir. Kişi tasvirlerinde görebiliriz bunu. O güçlü bir gözlemci olarak suretleri okumasını iyi bilir: “Hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. Şimdi bana öyle geliyor ki, sanki yüzüme bir gün bir gece baktı” (Bir Define Arayıcısı); “Yirmi beş otuz yaşlarında gözüküyordu. Yalnız gözlerinde büyük, korkak, acele bir şeyler vardı” (Birtakım İnsanlar).
Anlatıcı, sorgulama sürecinin devamında soru sorulacak kişi olarak “neden biz seçiliriz”in cevabını arar:
“Neden bir sürü gencin arasından seçiliriz? İyi adamız da ondan mı? Sanmam… İyi adamız diye seçilmemişizdir. Kendisine sual sorulması münasip görülmüşüzdür: Yüzümüz iyi bir yüz müdür? Ne münasebet!”.
Bu ifadeler, seçme-seçilme işinde belli bir nedensellik ilgisi kurulamayacağını da gösterir. Ancak ilerleyen cümlelerde kime soru sorulacağına karar vermiştir. “Üstü başı muntazam, hali tavrı pek şehirli birinin benden sigara yakmasını sevmem” diyen anlatıcı, “Buna karşılık, hiç düşünmeden, hesap etmeden yol soran köylü, saf, psikoloji ve fizyonomi cahili olanlardan hoşlanırım” demektedir. Tarif ettiği bu insanlar, Sait Faik’in öykülerinin özneleri olan “küçük insan/küçük adamlar”dır. “Küçük insan”, edebiyat tarihimize Sait Faik ile Orhan Kemal’in öykü ve romanlarındaki kişileri nitelemek için kullanılan bir kavram olarak girmiştir. Sait Faik; ilk öykülerinden beri, yaşam ve ekmek kavgası vermek zorunda olan yoksul ve emekçi insanların hikâyelerini anlatır. Bu insanların arasında yaşayan ve onlarla vakit geçirmeyi seven yazar; İstanbul’un sokaklarında, meyhanelerinde, kahvelerinde gördüğü küçük adamı, kendi gözlemlerinden yola çıkarak tasvir eder. 1943 yılında bir süre yaptığı gazeteciliği bıraktıktan sonra Burgazada’daki evine yerleşen Sait Faik, avare bir yaşam sürer ve bu kez de adada karşılaştığı insanların hikâyelerini yazar. Orhan Kemal ise öykü ve romanlarında ekmeğinin peşinde koşan işçi, ırgat, gündelikçi kadın, hamal, kâtip, çöpçü, şoför, dilenci ve serserileri anlatmıştır. Sait Faik’in aksine öykü kişilerine sınıfsal açıdan yaklaşan Orhan Kemal’in eserlerinde ekonomik zorluklarla mücadele, yaşamın en temel gayesidir. İki yazarın sanata bakışlarındaki farklılık, küçük adamı ele alma biçimlerinde de karşımıza çıkar.[2] Küçük adam, özellikle 1940’lı yılların hikâye ve şiirlerinde sıkça karşımıza çıkar. Kasabada ya da büyük şehirlerde kendi gündelik sıkıntıları, kaygıları ve umutlarıyla yaşayan bu insan, çoğunlukla alt sınıfa mensuptur. Maddi açıdan istediği seviyeye ulaşamamıştır ancak hayatından memnundur. Eserlerinde egemene karşı eleştirel bir bakış geliştiren Sait Faik, bu insanlara sempati duyar. Her türlü sömürünün, zorbalığın, haksızlığın karşısında yer alan yazar, belki de bu sebeple küçük insana yönelmiştir.,
Yedi paragrafın ardından anlatıcı-yazar, “Sevgilim! Hikâyeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız” diyerek, asıl anlatmak istediği hikâyeye, öykünün ikinci kısmına geçer. Ancak hem sekizinci hem de dokuzuncu paragrafta psikolojik tahliller yapmayı sürdürerek hâlâ öyküye girmemiştir. Hatta söyleyeceği bir şeyler varmış da unutmuş gibi bunları araya sıkıştırır. “Hikâye yazmaktan da, kör olası, vazgeçemiyoruz” diyerek yazma tutkusuna değinir. Sigarası için ateş arayan adamla kendini bir tutarak hikâye yazmasına sebep olacak insanı aradığını söyler. Aradığı insan, yukarıda niteliklerini sıraladığım küçük insandır: “İşte bir müddettir ben de, elimde sigara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikâyeme yanaşamıyorum”. Burada bir anlamda öykü içinde öykü yazan Sait Faik, böyle bir insanı bulduğu an öyküye başlayacaktır. Onuncu paragrafta “Gelelim hikâyeye” demesi nihayet aradığı kişiyi bulduğunu gösterir. Bu kısımda vapur beklerken yaşadığı bir olayı anlatacaktır. Ama önce yine kendinden ve ruh hâlinden bahseder. Eve gitmek istemediği için vapur beklerken oyalandığından söz eder. Yani vapuru beklemek değil, kaçırmaktır amacı. “Bu gece sessiz, kimsesiz köyümde patlıyacağım içime doğuyordu. İstanbul’da kalmak, geceyi içki içip sizi düşünerek geçirmek, daha münasipti” demesi Burgazada’da değil de İstanbul’da kalmak istediğini düşündürür. Burada yine sevgilisine seslenerek onunla konuşur, hatta hikâyeyi ona anlatıyordur denebilir. Bunu düşündükten sonra kendi bilincinden sıyrılan anlatıcı, karşısında oturan ve onun gibi vapur bekleyen bir adam görür. Adam elinde tuttuğu kâğıda anlamayan gözlerle bakmaktadır. Okuma-yazması olmayan bu adam, kâğıtta ne yazdığını öğrenmek için anlatıcıyı “seçer”. Nişanlı olan bu adam, uzun zamandır işsizdir ve yeni bulduğu işe başvurmak için kan tahlili yaptırmıştır. Bu tahlilin sonucunu sorar anlatıcıya. Kâğıtta “dört zait” işaretini gören anlatıcı ne söyleyeceğini bilemez. “Zait”, “artıran, çoğaltan, artı” anlamlarına gelir. Dört artı (++++) ise, frengi hastalığını işaret eder. Adamın hâline üzülen ve gerçeği söylemek istemeyen anlatıcı, oradan kaçar gibi uzaklaşır. Ertesi gün potinlerini boyatmaya, pardösüsünü temizleyiciye vermeye karar verir ki kimse bir daha ona bir şey sormaya yüz bulamasın.
Görüldüğü gibi bu öyküde üç farklı düzlemde ilerleyen üç olay halkası vardır:
- Anlatıcı-yazarın insan psikolojisine ve fizyonomiye dair tespitleri
- Anlatıcının vapur beklerken bir adamla karşılaşması
- Anlatıcının sevgilisine hitaben söyledikleri
Dolayısıyla “Dört Zait”in tamamı, eşit derecede önemli olan bu olay halkalarının birleşiminden oluşur. Aslında başlangıçta “asıl hikâyenin” 2. düzlem olduğunu söylemiştim. Eğer bu bir Sait Faik öyküsü olmasaydı, öykü buradan da başlayabilirdi. Anlatıcı, iş arayan bir adamın halk arasında oldukça yaygın olan ve tedavi edilmez ise vücutta ciddi hasarlara yol açabilecek bir hastalığa (frengi/sifiliz) yakalandığını anlatır, hatta adamın hikâyesini biraz daha derinleştirerek öyküye “dramatik” bir hava katabilirdi. Ancak birçok öyküsünde çoğu zaman bizzat Sait Faik’in ta kendisi olduğunu bildiğimiz anlatıcı- yazarın öykü yazma sürecini de öyküye dâhil eden Sait Faik, 1. düzlemden giriş yapmayı tercih etmiştir. Hatta bana kalırsa öykünün gücü de buradan gelir. Farklı bir anlatım tarzı yaratan yazar, hem insana dair güçlü gözlemlerini aktarmış hem de okuruna öykülerini nasıl yazdığını göstermiştir. Ayrıca 2. düzlemde soru sormak için kendisini seçen adamla aynı duygu durumunu yaşayarak bir özdeşlik yakalamıştır. Çünkü kendisi de bu adam gibi büyük bir üzüntü yaşar. Bu adamın derdine ortak olmanın üzüntüsüdür bu. “Yazmasa deli olacağı” hikâyeyi yakalamak yazarı mutsuz eder. Hatta en iyisi insanın ateş istemeyecek, yol sormayacak hâlde olmasıdır, diye düşünür.
3. düzlem ise anlatılmayıp sezdirilen kısımdır. “Sevgili”nin bahsi ilk kez, altıncı paragraftaki “Bazan sevgilim, seni görmeğe gittiğim zamanlar bana yol sorulursa gidip potinlerimi boyatırım” cümlesinde geçer. Sevgilisine çabuk ulaşmak isteyen anlatıcı, kılığına kıyafetine dikkat eder ki kimse ona bir şey sorup da zamanını almasın. Sevgiliden tekrar söz ettiği yer, vapur beklerken İstanbul’da kalıp onu düşünmek istediğini söylediği onuncu paragraftır. Birkaç paragraf sonra hasta adamın ona bakması üzerine, “Burasını istersen sana kendimi beğendirmek için söylediğimi san…” diyerek yine onunla konuşur. Öykünün sonlarına doğru ise adama acıyarak baktığında son kez sevdiğine hitap eder: “Sen de galiba bir gün bana böyle acıyarak baktındı.. Hani ben de senden, bir yol sormuştum: Saadet yolunu, hatırlıyor musun?” İşte burada anlatılmayan başka bir hikâye vardır. Sevgiliyle aralarında ne olmuştur bunu bilemeyiz. Hatta bu sevgilinin varlığı bile şüphelidir. Düşsel bir sevgili de olabilir. Saadet yolunu sorduğunda kendisine acıyarak bakılması bunu düşündürür. Sonuçta birçok Sait Faik öyküsünde olduğu gibi yalnızlığa açılır kapı. İnsanlara, doğaya ve hayata büyük bir tutkuyla bağlı olsa da insanın her şeye rağmen yalnız olduğunun farkındadır Sait Faik. Bu sebeple neşeli bir tonda ilerleyen öykü, hüzünlü bir sonla biter.
Yaşam ve öykünün iç içe geçtiği Dört Zait’in kurgusu, yansıtmacı gerçeklikten modernizme geçişin bir örneğidir. Anlatıcı-yazarın öykü malzemesi, gerçeğin kendisi de olsa yazar bu gerçeği dönüştürür. Birebir dış dünyada değil, yazarın bakıp da gördüğü dünyadayızdır. Sait Faik, Dört Zait’teki gibi birçok öyküsünde yazarı devre dışı bırakmadan gördüklerini, gözlemlediklerini ve tanık olduklarını anlatır. “Eftalikus’un Kahvesi”, “Haritada Bir Nokta”, “Mahalle Kahvesi”, “Kınalıada’da Bir Ev”, “Balıkçısını Bulan Olta”, “Birahanedeki Adam” ve “Ben Ne Yapayım?” gibi öykülerinde yazma serüvenini türlü yollarla aktaran kurgulara yer verir. Bu yüzden yazdıkları büyük ölçüde kendisinden izler taşır. Adnan Binyazar’ın dediği gibi “O, öyküsüyle bütünleşmeyi, başka bir deyişle öyküyü kendi öyküsü yapmayı başarmış bir yazardır”.[3] Onun öykülerinde anlatıcıyı yazardan ayıramayız genellikle.
Dört Zait, kurgusu dışında yalın ve şiirsel anlatımıyla da tam bir Sait Faik öyküsüdür. Anlatıcı 1. düzlemde gayet esprili ve gündelik bir dil kullanır. Karşısındakiyle konuşuyormuş gibi anlattığı için sorular sorar. Bu kısım, tekrarları ve eksiltili ifadeleriyle konuşma doğallığı içinde verilir. Zihinsel sıçramalarla farklı farklı konulara değinilir. Psikolojiye alaycı bir yaklaşım söz konusudur. 2. düzlemde anlatıcı, adamla diyalog kurar ve burada daha gerçekçi bir atmosfer vardır. Öykünün sonu ise demin de söylediğim gibi hüzünlüdür.
Meltem Gürle, bu öyküden yola çıkarak yazdığı “Ateşiniz Var Mı?” isimli denemesinde şöyle der:
“Dört Zait”i yeniden okuyunca, yalnızca Sait Faik’i değil, edebiyatı da neden bu kadar sevdiğimi hatırladım. Edebiyat, bize insana dair incelikleri gösterir, onun kusurlarını anlatır. Kusursuz olan sıkıcıdır, tekdüzedir ve anlatılmaya değmez. Hiç acı çekmemiş bir insanın ruh dünyası nasıl hantal ve kabaysa, ateş almayı istemeyeceğimiz insanların hikâyeleri de muhtemelen aynı derecede sası ve tatsızdır”.[4]
İnsanı iyiliği, hoşgörüsü, sevecenliği, yardımseverliği yanında zorbalığı, hainliği, gaddarlığı ve acımasızlığıyla bir bütün olarak ele alan; kusursuz olamayacağımızın bilinciyle hataları tamir imkânı sunan, tüm kötülüklere, acımasızlıklara ve ümitsizliklere rağmen her şeyi “bir insanı sevmekle” başlatan bir yazardır Sait Faik. Okurunu insana ve edebiyata bir kez daha inandırır her seferinde. Bu yüzden neredeyse tartışma götürmeyecek biçimde öykücülüğümüzün en büyük yazarı olarak kabul edilir. Faruk Duman’ın dediği gibi “Öykücülüğümüzün modern zamanlarını başlattığı için her zaman güncel, hep genç kalmıştır Sait”.[5] Öyle kalmaya da devam edecektir.
Sibel Yılmaz
Öyküdeki alıntılar Varlık Yayınları’nın 1954 tarihli baskısına aittir.
[1] Yazının tamamına şuradan bakabilirsiniz.
[2] Ayrıntılı bilgi için bak.: Necip Tosun, “Sokağa Açılan Pencere Ya Da Kırık Hayatlar: Orhan Kemal Öykücülüğü”, Hece, Temmuz 2005, Sayı 103, s. 117-122.
[3] Adnan Binyazar, “Sait Faik Üzerine Bir Deneme”, Türk Dili Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Temmuz 1975, Sayı: 286, s. 100
[4] Meltem Gürle, Kırmızı Kazak, Can Yayınları, İstanbul, 2016, s. 342-344.
[5] Faruk Duman, “Sait Faik’in Düşünceleri Arasında”, Notos, Nisan-Mayıs 2014, Sayı: 45, s. 41