Bu bir edebi polisiye hikayesidir ve hikayede geçen tüm kişi ve kurumlar gerçektir. Her şey bu kadar gerçekken nasıl hikaye oluyor o zaman? Onu ben de bilmiyorum ya da bilmiyormuş gibi yapıyorum sevgili okur. Ben yazarken şu iki müziği dinledim, siz de isterseniz okurken buyrun: Sherlock ve Şimdi Sevişme Vakti.
Her şeyin müsebbibi Salâh Bey’dir dostlarım. Bütün bu hikayeye o sebep oldu. Bir akşam, etraftaki kitapların hiçbirinin yüz vermediği bir akşam, elime mütevazı kütüphanemdeki Salâh Bey rafından bir kitap almış okuyordum. Üstadın Bir Zavallı Sarı At kitabıydı bu. Ben böyle yaparım, aralarda ve sık sık iki gözüm Salâh Bey’i okurum. Kitaba hızlıca bir göz attıktan sonra “Beyoğlu Geceleri” adlı denemeye çengel attım.
Pirim yine döktürüyordu. Sait Faik, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret ve Cavit Yamaç ile birlikte takıldıkları Beyoğlu meyhanelerini anlatarak giriş yaptı önce [Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’yu okuyorum sandım bir an hatta]. Ama tabii sizin benim anlatmama benzemez Salâh Bey’in anlatması. O eşsiz üslubuyla döktürüyordu. Keyfim kekaydı. Hemen bir sigara yaktım ve sanki ben de dolaştım Salâh Bey ve arkadaşlarıyla o sinema salonlarını, sanki ben de gördüm o filmleri. Her şey çok güzeldi ta ki “Nektar” adlı meyhaneden bahsettiği son kısma kadar. İşte her şey ondan sonra başladı.
Salâh Bey, denemenin başında bahsetmişti Nektar’dan, sonra sinemadan açtı epey ve sözü kulağından tutup taklalar attırarak dolaştırdıktan sonra “Şimdi yine dönelim kendi soğanlarımıza” diyerek tekrar Nektar’a getirdi: “Sinemalar dağıldı da kendimizi sokakta bulduk mu, kapağı doğru Nektar’a atardık. Halit Fahri Ozansoy’un oğlu Gavsi’nin de orda bizi beklediğini görürdük. Gavsi o zamanlar Son Posta gazetesinde çalışır ve saat tam onbiri vururken adımını birahaneden içeri atardı.”
İki gözüm Salâh Bey, Gavsi Ozansoy’dan bahsetmeye başlamıştı. Gavsi Ozansoy, o zamanlarda şiirlerini yayımlarmış dergilerde. Anladığım, bizim tayfa pek tutmazmış şiirlerini ama Gavsi’yi severlermiş. Nektar’da buluşulduktan sonra da temaşa başlarmış. Salâh Bey’in deyişiyle, Sait elini bira bardağına uzattı mı, Gavsi’nin ozanlığına da kılıç üşürmeye başlarmış ve o günlerde Servetifünun dergisinde yayımlanmış olan “Mesut Olabiliriz de…” adlı şiirini Gavsi’ye okutmaya çalışırmış. Gavsi de, garibim, başlarda nazlansa da bir süre sonra tava gelerek şirini okumaya başlarmış ve fakat Sait’in gülümsediğini fark edince de “sevimli bir küfür savurarak” şiiri yarıda kesermiş. Buraya kadar nema problema, bizi bir edebi polisiyeye sürükleyen şey bundan sonra başlıyor, Salâh Bey’den dinleyelim:
“İşin tuhafı, Sait bu şiirden gerçekten hoşlanıyordur. Daha sonraki yıllarda Şimdi Sevişme Vakti adı altında topladığı şiirlerinden birinin bir dizesi bunu açıkça ortaya koyacaktır.”
Zurnanın zırt dediği yer işte burası. İki gözüm Salâh Bey, Gavsi Ozansoy’un şiirinden şu kısmı veriyor denemesinde:
Mesuttuk.. mesut olabiliriz de
Saadet şunda, ötekisinde, bizde.
Mırıldanır, konuşulur dudakta.
İçimdeki Edebiyat Sherlock’u da burada devreye giriyor…
Gece gece uykumu kaçıran bu hadiseden sonra ertesi gün öğle arası [çünkü ben lanet olası bir memurum baylar] gizlice işe koyuldum ve Kızılay’a inip Sait’in şiirlerinin İş Bankası basımını aldım. Okudum okudum ama heyhat Salâh Bey’in açıkça gördüğü şeyi bir türlü bulamadım. Şimdi Sevişme Vakti’nin YKY baskısını buldum sonra fakat orada da göremedim aradaki bağlantıyı. Anladım ki Gavsi Ozansoy’un şiirinin tamamını görmem gerekiyor… Tabii bunun öyle kolay bir iş olmadığı çok kısa sürede çıkacaktı ortaya.
Şiiri internetten bulamadım. Gavsi Ozansoy’un tek şiir kitabı olmasının işimi kolaylaştırdığını inkar edecek değilim. Şiir, illa ki “Harman Sonunda Gelen” adlı kitabındaydı ama baskısı yoktu, bulunmuyordu. Tek bir yer hariç: Milli Kütüphane! Kitabı Nadir Kitap’tan alabilirdim gerçi ama hikayenin ruhuna hepten aykırı olacaktı böylesi. Ertesi gün öğle arası yine gizlice işe koyuldum. Bahçeli dolmuşuna atladığımda beklenmedik engellerle karşılaşacağımdan habersizdim elbette. Ergen şakaları yapan genç irisi talebeler ve birbirlerinin kulaklarının içine içine bağırarak konuşan amcaları gözledim bir süre. Bu macerada değil belki ama başka bir macerada muhakkak işime yarayacak veriler sunuyor olabilirlerdi bana. Gençler bel altındaydı, amcalar kulak hizasında. Bunu zihin sarayıma not ettim.
Her ne kadar içimdeki susmayan Sherlock müziği, onunkine az da olsa benzeyen kasketim ve onunkine eşdeğer bir azimle yola koyulduysam da sonuçta ben Arnavut asıllı bir Türk edebiyat dedektifiydim. İşbu nedenle, önce Antakya usulü dürüm tavuk dönerle açık ayranı devirip sonra yola koyuldum. Bu Milli Kütüphane’ye ikinci gidişimdi. Yedi sekiz sene önce başka bir mevzu için uğramıştım. O zaman nasıl girebilmiştim hatırlamıyorum, üye olmadan içeriye adım bile atamıyormuşuz meğer. İnternetten üyelik işlemini tamamlamam gerekiyormuş önce. “E nerden yapayım ben şimdi, form filan yok mu onu doldurayım” şeklindeki eski kafalı zihniyetim karşısında güvenlik görevlisinin tavrı çok netti: “Telefonundan yap abi iki dakkada.” Benim telefonum akıllı değil ki, olsa olsa yarı(m)akıllı sayılabilir. Bu aşamada, bazı ayrıcalıklarımdan yararlanmam farz oldu. Dedektif kimliğimi ifşa etmek mecburiyetinde kaldım. Güvenlik görevlisi az önceki memur soğukluğunu bırakıp beni içeri davet etti hemen, onun bilgisayarından üyelik işlemlerini şipşak hallediverdik. İçeri girdim, kitap talep formunu doldurarak kitabın katalog numarasını yazdım: 1945 AD 1902. Görevli hanımefendi, ki gayet nazik ve yardımseverdi, kitabı yirmi dakika sonra alabileceğimi söyledi. Etrafta dolanan üniversiteli tiplere bakıp anılarıma gömülerek sağı solu kolaçan ettim, sakıncalı bir durum yoktu. Çıkışta makineden sert, sade bir kahve aldım, çünkü sütlü çay seçeneği yoktu. Size yalan söyleyecek değilim sevgili okur, aslında kahveyi almayı da beceremedim, üniversiteli olduğu sakalından belli olan [çünkü sakallı olmayan üniversiteli delikanlı olamaz, sakal bu işin besmelesidir] bir genç arkadaş beceriksizliğime tuhaf tuhaf bakarak yardımcı oldu sağ olsun. Bahçeye çıktım, Cahit Külebi ve Tarık Buğra’yla biraz sohbet ettim. Pek cevap vermediler, daha çok ben konuştum. Tütünümü işyerinde unutmuştum, o yüzden yeni zamlardan sonra daha da bir kıymetlenen sigaramdan bir dal çekip yaktım.
Bu arada boş durmadım, evvelce yaptığım araştırmanın sonuçlarını, Gavsi Ozansoy hakkında bildiklerimi gözden geçirdim: 1917 yılında doğmuş, babası gibi şiirler yazmış. Edebiyatımızda “1940 Tasfiye Hareketi” olarak bilinen hareketin öncülerinden olmuş. Sait Faik de destek vermiş ona bu konuda. Bu tasfiye hareketi başarılı olmamış çünkü tasfiyeye kalkışan gençler bu iddialarını eserleriyle destekleyememişler. Tasfiye etmek istediklerinin yerine geçecek kertede sağlam eserler üretmemişler çünkü. Yine de, bu tasfiye denemesi kısa bir süre sonra ortaya çıkacak Garip Hareketi’nin öncülü olmuş bir bakıma. Bir hikaye [Sevmek İçin Sevmek], bir de mahut şiir kitabı var Gavsi Ozansoy’un. Gazetecilik yapmış; edebiyata katkısı, daha ziyade edebiyatçılarla yaptığı söyleşiler yoluyla olmuş. Ve saire ve saire…
Derken vakit geldi, yirmi dakika geçmişti. Kitabı alıp fotokopiciye koştum hemen. Fotokopici çok yoğundu, yarım saat sonra gel dedi. Memur olmamasına rağmen memurdan daha memurdu fotokopici. Üç beş sayfa zaten dedim, yemedi. “Telefonundan çek abi o zaman iki dakkada,” diye bir de akıl verdi eşoğlusu. Demek ki bu devirde edebiyat dedektifliği yapacaksan akıllı telefon şarttı. Dedektiflikten doğan ayrıcalığımı kullanmadım bu sefer, fotokopiciye birkaç saniye yavru kedi vidyosu tadında baktıktan sonra başka çaremin olmadığını anlayarak bir kenara çekilip not defterimi çıkardım ve notlarımı aldım. Çünkü o kadar bekleyemezdim, dokuzuncu dereceden küçük bir memurdum neticede, kimseye bir şey fark ettirmeden zamanında işimin başına dönmem gerekiyordu.
Bu arada, kitap 29 sayfaydı, çekildiğim köşede fazla dikkat çekmeden hızlıca okudum. Size biraz kitaptan bahsedeyim. Evet bildiniz, gerilimi arttırıyorum. Bir Watson’ım olmadığı için onun görevi de benim üstüme kaldı, Sherlock’un hikayesini Sherlock yazıyor. Ne günlere kaldık ama! Gerilimi arttırmaya çalışıyorum, doğru, ve fakat sadece bu değil. Tamam, Gavsi Ozansoy’un şiirlerini okuduktan sonra Salâh Bey’in onun için söylediği “kimse ona ozan adını kondurmaya yanaşmazdı” sözlerine hak vermiştim, iyi bir şair değildi belki ama taa 1945 yılında yayımlanmış bu kitap. Kütüphaneler dolduran bunca kitabı unutulsun diye mi yazdı yahu bu insanlar? Hayır, hatırlansın ve okunsun için yazdılar. Ben de okuyup size anlatmayacaksam, neden yazıldı ki bu kitaplar? Gavsi Ozansoy, tıpkı diğer iyi olmayan şairler gibi bazı şeylere takılmıştı ve mal bulmuş mağribi gibi sürekli onlarla oynuyordu. Mevsimler, mevsimlerin değişmesi ve mesud olmak, bunlardan en fazla göze çarpanlarıydı. Söz gelimi, Said Faik’e [evet, “d” ile yazılmıştı] ithaf ettiği “Gülhane Parkı” adlı şiirine şöyle başlamış: “Dudaklarını değil,/Mevsimi öptüm.”
Gavsi Ozansoy kitabını Türkân hanıma ithaf etmişti:
Bu Kitap
Benimle bir ömrü paylaşacak Türkân Ergener’e
İthaf Edildi.
Acaba gerçekten bir ömrü paylaştılar mı? Bu da peşine düşülecek başka bir vaka ancak o daha çok edebiyat magazinine girer, benim görev alanım değil.
Başka bir şiirinde ise şöyle buyurmuş G. Ozansoy: “Güzel olabilir yaşamak,/Bekle mevsim değişsin.”
Tamam tamam, daha fazla uzatmıyorum ve bir kublesini evvelce Salâh Bey’den alıntılamış olduğum “Mesud Olabiliriz de…” adlı şiirine geliyorum. Şiirin tamamı şöyle imiş, ayniyle:
Mesudduk, mesud olabiliriz de,
Saadet, şunda, ötekinde, bizde;
Mırıldanır, konuşulur dudakta.Unuttuk, bir zaman sevilmişlerdi,
Yaşıyorlar şimdi bizden uzakta;
Ümitlerdi tükenen seviştikçe.Resimler değişti çerçivelerde,
Mevsimler ve şarkılar değiştikçe,
Hatırla, bizi mesud bilmişlerdi.Mesudduk, mesud olabiliriz de…
Budur ol hikayat dostlar…
Edebiyat tanrısı bizi “Temaşa is on” diyeceğimiz böyle vakalardan mahrum etmesin.
Amen.
Onur Çalı
Hamiş: Bu yazı bugün tekrar gözden ve elden geçirilmiş olsa da 2016 yılında yazılmıştı. O günden beridir kaç defa bakmışımdır, Salâh Birsel’in “açıkça” gördüğünü göremedim bir türlü: Sait Faik’in hangi şiirindeki hangi dizesinde saklı Gavsi Ozansoy’un “Mesud Olabiliriz de…” şiirinin esintisi?