Kokun, gece yarısına üç beş varken, herhangi bir evin alelade ocağında kaynayan bir tencere sütten taşarak sokağa yayıldı. Başka evde bebeğini emziren bir annenin memesi sızladı. Köpek yattığı kartonun üzerinde huysuzlandı, kedi öne doğru gerindi, diğer evde silik sarı bir ışık yandı, suya susandı. Pencerenin önündeki küflü saksı tıkırdadı. Köşedeki bekçi beline davrandı.
Ben tamamlanırken kokunla, ayaklarımın altından kökler salıyordum. Coğrafyama doğuruyordum kokunu.
Gece yarısına üç beş vardı.
Şurup gibi bir Eylül sabahıydı. Kaçıncı gününün olduğunun hiç bir önemi yok. Taş sokağın kenarındaki o ufacık kesif küf kokan dükkânda yeşil pantolonunun kenarından tüm kenti ele geçiren kokuyu duydum. Hızlandım. O an dünyanın dönme hızında benimle orantılı bir değişim olduğunu düşündüm. Durduğun o yerde Silenos Mozaiğini andırıyordun. Üzerimde ağaç köklerinin bedenime yürüdüğü yağ yeşili basma eteğimin kenarına terimi sildim. Bir serinlik oldu. Heyecanımı kolladım gözümün ucuyla. Sen eğildin ben gövdene tutundum. Bir kent oluştu ayaklarımızın altında.
Yürüdük. Zaman uçuşuyor, buğulanıyor bir hallere giriyordu. Biz yürüyorduk. Hayretle bakan civar gözler, kentlerinde ilk kez bir Tanrı ağırlıyor gibiydi. Elleriyle koca ağızlarını kapatıyorlardı. Yanından geçtiğimiz buğday tarlalarına bereket serpiyordu gözlerin. Ellerim elinin içinde mayalanarak pişiyordu. Zamansız yollar sürüyorduk tabanlarımızın altında. Ne yaşımız yaştı ne soluğumuz soluk. Ağzını her açıp kapattığında ana rahmine bir çocuk yürüyordu.
Suyun kenarında bakışlarımız tutuştu. Mavi gökyüzünün altında ağzından öptüm uzanıp parmak uçlarımda. Dökülen her cümlende bir beden çıkardım ayaklarının dibine. Çırılçıplak kaldım. Ben parmaklarının izine dokundum. Sen gözlerime baktın.
Gece yarısına üç beş vardı. Tencerede taşan süt, annenin memesi, ıslanmış köpek, kedinin kesif sidiği, su, küf ve bekçinin belindeki barut kokusu bizim çoğaldığımız o ana denk gelen durumlara gebe kaldı. Gecenin karanlığında ayıbından doğan iki çocuktuk artık.
Saatler sonra bedenlerimize bir gün yürüdü. Bir dükkân sahibinin okkalı kahvesi köpürdü. Bir çay kaşığı ince bellide şıkırdadı. Ekmek arabası homurdanarak fırının önüne yanaştı. Ben yüzüne eğildim. Sen belimde gezindin. Perde havalandıkça karşıdaki ağaçtan bir yaprak süzülerek yere indi. Ben baktım. Sen sustun. Kova kova sular dökündük.
Eylül en zalim aydır. Koku, en hassas duyumuz.
Pınar Yıldız
Kalemine sağlık Pınarcım .. çok güzel çok farklı yazıyorsun
tadı damakta kalan bir lezzet adeta
yürekten kutluyorum