Tevrat’taki bilge Vaiz’den [hatta Arjantin’deki Eller Mağarası’na ellerini basan oyunbaz dedelerimizden] beri dünyaya gelmiş bulunan herkesin bildiği üzere burası, bu dünya, yaşamımız, hayatlarımız anlamsız.
Vaiz şöyle diyor: “Çünkü insanların başına gelen hayvanların da başına geliyor. Aynı sonu paylaşıyorlar. Biri nasıl ölüyorsa, öbürü de öyle ölüyor. Hepsi aynı soluğu taşıyor. İnsanın hayvandan üstünlüğü yoktur. Çünkü her şey boş.”
Evet, her şey boş, anlamsız, çirkin. Aynı zamanda korkunç güzel, dolu dolu ve bitmek tükenmez [ve sonsuz çeşitlilikte] bir anlam barındırıyor. Hayatlarımız bu iki uç arasında gidip geliyor ve nihayetinde, vaizin işaret ettiği yere varıyoruz: Ölüme.
Bu anlamsızlıktan anlam ve güzellik çıkarma yollarımızdan biri de edebiyat. Oyunlarımızdan biri. Belki çok yakın dostlarımız zulme uğrarken bir köşeye çekilip hiçbir şey olmamış gibi sanki hiçbir şey olmamış gibi bir aldırmazlıkla “edebiyat yapmak”, edebiyatla uğraşmak gerçekten ağır. Öte yandan, düştüğümüz yerden [düşürüldüğümüz yerlerden] kalkmanın ve maruz bırakıldığımız kötülüğü anlatmanın en etkili yollarından da biri edebiyat. Üstelik bildirilerden, parti programlarından, siyasetçi söylevlerinden daha etkili ve daha güzel bir yol.
Bakın, Eduardo Galeano Kucaklaşmanın Kitabı’nda bizi, bugünümüzü anlatmış sanki:
Görevliler görevini yapmaz.
Politikacılar konuşur ama hiçbir şey söylemezler.
Seçmenler oy kullanır ama seçmezler.
Medya bilgilendirmez.
Okullar cahillik öğretir.
Yargıçlar, kurbanları cezalandırır.
Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır.
Polisler, suç işlemekten suçla savaşmaya zaman bulamaz.
Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır.
Para, insanlardan özgürdür.
İnsanlar nesnelerin hizmetindedir.
Aslında yazıya Saramago’nun Filin Yolculuğu romanından açmak için başlamıştım. Öyle kurmuştum. Gelin görün ki bu bozuk düzen bir an bile rahat bırakmıyor yakamızı. Ve fakat, yine de, inadına bağlı kalmaya çalışacağım kafamdaki yazıya. Siz de bu girişi, bu satırların biçare yazarının bir dertleşmesi olarak görün ve omzunuzda bir yer açın. Islanacak omzunuz, kusura bakmayın. Sonra bendenizi omzunuzdan atın, koltuklarınızı dik konuma getirin ve buyrun Filin Yolculuğu’na…
Hatırlayacaksınız, birkaç yıl evvel Elif Şafak hanımefendinin Ustam ve Ben romanıyla gündeme gelmişti Filin Yolculuğu. Elif Şafak’ın, romanını Saramago’dan aparttığı iddia edilmişti. Biz o meseleyi edebiyat tarihçilerine bırakalım ve romana dönelim.
Saramago’nun geç dönem romanlarından biri Filin Yolculuğu. [Çevirmen Pınar Savaş, romanın başına eklediği Çevirmenin Notu’nda şöyle diyor: “Jose Saramago Filin Yolculuğu’na hastalığı nedeniyle sık sık ara vermek zorunda kaldı ve romanın bir bölümünü hastane yatağında yazdı. Eşinin ifadesine göre, en büyük korkusu bu kitabı tamamlayamamaktı.”] Portekiz Kralı’nın, ileride imparatorluk tahtına kurulacak olan Avusturya Arşidükü’ne hediye olarak gönderdiği fil Süleyman ve onun terbiyecisi Subhro’nun hikayesidir okuduğumuz.
Saramago tarihi roman yazmak gibi bir iddiayla anlatmamış bu iki kafadarın yolculuğunu. Sık sık araya girerek, okurla doğrudan [adeta metnin seyrinin dışına çıkarak] temas kuruyor. “Ya da o dönemde bu askeri giysi parçasına ne deniyorsa onun yeniyle,” ifadesi bunun bir örneği sayılabilir:
“Irgatların veda töreni daha sinematografikti diyebiliriz, belki de askerler başka tür vedalara alışık oldukları içindir, Vatanı onurlandırın, vatan sizi izliyor tipinden vedalar, filin hareketi yüreklerine dokundu, üniformasının, ceketinin ya da o dönemde bu askeri giysi parçasına ne deniyorsa onun yeniyle, utanç içinde gözyaşlarını kurulayanlar öyle bir-iki kişiden ibaret değildi.” (s. 121)
Yine bu minval üzere, neden böyle bir tavır benimsediğinin bir açıklaması da romandaki şu satırlarda bulunabilir:
“Sonuçta kabul etmek gerekir ki hikâye sadece seçici değil, aynı zamanda ayrımcıdır da, sosyal olarak tarihî kabul edilen malzemeden sadece kendisini ilgilendireni kullanıyor ve belki de olayların gerçek nedenlerine, kahrolası hakikatin ta kendisine rastlanabileceği geri kalanına aldırmıyor.” (s. 173)
Saramago’nun üslubuna ve yazım-noktalama tarzına aşina olanlar için sorun yok; ilk defa okuyacaklar içinse Filin Yolculuğu iyi bir başlangıç olabilir. “Saramago’ya Giriş 101” dersinden geçenler diğer kitaplarına açılabilirler. Saramago’nun üslubunun belirgin özelliklerinden biri, malumunuz, ironi. Filin Yolculuğu’nda da bunu bolca hissetmek mümkün. Ayrıca yazmanın doğası, kelimelerin kifayetsizliği üzerine de tartışıyor Saramago:
“Bir manzarayı sözcüklerle betimlemenin mümkün olmadığı gerçeğini tüm zalimliğiyle kabul etmemiz gerekir. Mümkün olsa bile zahmete değmez. Ayrıca kendi kendime, dağın kendini nasıl adlandırdığını bilmezken, acaba dağ sözcüğünü yazma zahmetine değer mi diye sormadan edemiyorum. Resme gelince iş başkadır, paletin üzerinde doğadan kurtulan yirmi yedi rengi yaratmak pekâlâ mümkündür, hatta yeşile benzemeyen birkaç renk daha yaratır ve tümüne birden sanat adını veririz. Ağaç resimlerinin yaprakları dökülmez.” (s. 183)
İlhan Berk de “Nerden Baksak Kendini Anlatıyor Her Şey” şiirinde şöyle der: “Unutmam her şey dünyanın bir ucundan tutuyordu. Baktım zaman adını alınca tanınmaz oldu. Adını bir türlü usunda tutamıyordu bir kuş. Sıra dağlara geldiğinde, adlarını bilmiyordu hiçbiri.”
Size de olmuştur, adım bir tuhaf gelir bazen bana. Sanki benim adım değilmiş gibi; bırakın adım olmayı, öyle uzak ve başkasına ait bir ses gibi yankılanır bazen.
Bugünlerde de hepimize yapılan bu. Adımıza, kalbimize, aklımıza yabancılaşıp yalnızlaşalım isteniyor. Oysa adını bilmese de dağ dağdır, insan insan. Fil, bazen bir filden çok fazla bir şey olsa da, fildir. Unutmaz. Biz de unutmayalım.
Onur Çalı