10.Şubat.20
Derginin biri ulaşıyor, sizinle söyleşi yapmak istiyor. Kabul ediyorsunuz, söyleşi yapılıyor, yayımlanıyor. Bunu da sosyal medyadan öğreniyorsunuz. Dergi? Yok. Size gönderilmiyor bile. Bu kadar “kalın” bir incelikten bile mahrumsunuz işte. Bu da size ders olsun. Evet, bana.
Cemal Süreya Günler’de (162. Gün) şöyle diyor:
Ne yazık ki, sürekli yazarı olduğum M. Sanat Dergisi’ni göndermiyorlar. Gösteri de öyle. Şiirimin yayımlandığı sayıyı bile edinememişimdir Gösteri’den. Bu konuda ilk ödülümü Naim Tirali’den almışımdır. Adımız madımız da yoktu, ilk şiirlerimden birini yayımladıktan sonra, bütün sayılarını göndermiştir bana. Dergicilik budur.
11.Şubat.20
Tatile izne giderken bavul hazırlamanın en zor kısmı kitap seçmektir. Kıyafetleri on dakika içinde hazırlarım da kitap seçimi karnımı ağrıtır. Evde kalan kitaplardan bazıları göz kırpar durur, beni de al beni de al dercesine. Yaklaşık yirmi senedir aynı hikaye. Başlarda, tatil ya da izin boyunca elimi sürmediğim, bir satırını olsun okumadığım kitapları taşır dururdum hamal gibi. Götürüp getirirdim. Neyse ki yıllar geçtikçe hafif seçimler yapmayı öğreniyor insan. 2002’den beri Ankara’dan Kuzey Ege Krallığına yaptığım bu sayısız seferlerin birinde, uzun uzun düşünüp taşınıp yanıma aldığım kitapların arasında Cemal Süreya’nın Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi’si ile iki gözüm Salâh Bey’in Halley Kimi Kurtarır’ı vardı. Edebiyat tanrısının işi, bu iki kitap arasında bir bağlantı belirince yazmak farz oldu.
Cemal Süreya Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir’de şöyle der:
Ankara Ankara.
Ey iyi kalpli üvey ana!
Ankara benim için üvey anadan çok daha fazlası artık ama yine de asıl memleket Kuzey Ege. O yüzden, önce biraz Kınık’tan bahsetmeli. Hissediyorum ki çocukluğumun vatanı giderek değişiyor. Buradakilerin (oradakilerin?) deyimiyle, gelişiyor. Sanıyorum beş on yıl sonra giderek azalmış olacak çocukluğumun izleri, kokuları. Anıları bulmak zorlaşacak, giderek Cemil Kavukçu’nun yitik İnegöl’üne benzeyecek Kınık da. Ama olsun şimdilik hâlâ varlar: Zeytin ağaçları, hayatlı evler, kıvraklı kadınlar, filli kapılar… Fırda deyince herkes anlıyor hâlâ, çok şükür. Çamlıdağ gazozu hâlâ içiliyor. Delez Tepesi yerinde duruyor.
Gelelim kitaplara… Çocuk edebiyatını iyi biliyor, yakından takip ediyor değilim. Yine de, giderek daha büyük bir sektör haline gelen çocuk/gençlik edebiyatından bazı örneklere arada sırada göz atıyorum. Cemal Süreya’nın kitabı da hanidir okumak istediklerim arasındaydı. 80’li yılların ortalarında Orhan Alkaya’nın yönlendirmesiyle, Çocukça dergisine 12 kısa yazı yazmış Cemal Süreya. Çocuklar için. Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi’de o yazılar bir araya getirilmiş.
Necati Güngör’ün yayına hazırladığı kitabın başına, Cemal Süreya’nın Günler adlı güncesinden şairin çocuklara, çocuk edebiyatına ilişkin görüşlerini içeren kısımlar alınmış. Şöyle demiş Cemal Süreya orada:
“Ayrı bir çocuk edebiyatı olmaması kanısındayım. Biri diyecek ki, ‘Ama var böyle bir edebiyat!’ Var, var olmasına; ne ki olması gerektiği için değil, kendisi var olmak istediği için.” Devam ediyor sonra: “Çocuklar için edebiyat… O zaman ‘ilkokul çıkışlı altmışlıklar’ edebiyatından niçin söz edilmesin? Bir ‘dalgıçlar edebiyatı’ndan? Gerçekte bunlara da varım. Ama bir ‘çocuk edebiyatı’na, yoo! Edebiyat vardır. Çocuklar da ondan kendilerine koparabildiklerini alırlar. Çocuğu küçümseme yatıyor ‘çocuk edebiyatı’ sözünde. Bırakalım, çocuk da yüzmeyi (okuma yazma) öğrendikten sonra bizim denizimize girsin.”
Bir parantez açalım. Bu günlerde Günler’e el attığım için, tesadüf oldu, 185. Gün’de şöyle yazmış Süreya: “İki ay olmuş Çocukça dergisinden kovulalı. Oysa ben oradaki ‘Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi’ başlıklı sütunumu çok seviyorum. On iki yazı yazmışım. Orhan Alkaya’nın isteği üzerine girdiğim bu işte, başta, bayağı zorlandım. Kolay değil, yedi sekiz yaş düzeyindeki çocuklara, onların öğrenci olmayan yanlarına seslenebilmek. İki yazı çok zor çıktı. Giderek ısınmış ve kendime göre bir yol bulmuştum. Çocukların her şeyi zaten anladığı düşüncesinden çıkış yaptım. Geliştirebilirdim de bunu. Kapılıp gitmek isterdim o yazılara.” Parantezi kapatalım.
Süreya’nın parantezden önce aktardığımız düşünceleri tartışılabilir. Yetkin olmadığım bir konu. Kesin yargılarda bulunmaktan korkarım. Nedir, Cemal Süreya’nın şu sözlerini de sizlere aktarmadan edemem: “Çocuk henüz ‘ekmek’ diyemiyor da, ‘epe’ diyorsa, ona kalkıp ‘epe’ diye söz etmeyelim ekmekten. O zaman ‘epe’den ekmeğe geçim süreci uzar, ya da hiç değilse, biz uzamasını istiyoruz demektir. Çocuk edebiyatı budur.”
Burada bir çelişki yok mu peki? Hem çocuk edebiyatını kabul etmiyor Cemal Süreya hem de çocuklar için yazıyor. Hem var hem de yok. Çünkü çocuklara ne bilgiçlik taslamış ne de “onların seviyesine inmek” bahanesiyle onları küçümsemiş. Söz gelimi şöyle bir cümle var bir yazısında: “Gözleri belirsiz bir ikindi vakti gibiydi.”
Çocuklara Behçet Necatigil’i, Namık Kemal’i, Orhan Veli’yi, Ahmet Haşim’i anlatmış, özlüce. Bazı büyük meseleleri bile tartışmış. Ve şöyle bir cümle bile yazmış çocuklara: “Ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca dedi ki, ben Moda’da otururum ve hiç düzyazı yazmam.” Değil mi ki o, Cemal Süreya, Kutluk’un Evindeki Konuşma’da en güzel soruları sormuştur Dağlarca’ya ve başka bir yerde şöyle de demiştir: “Kadıköy’de / Hep ceketim ilikli dolaşıyorum / Dağlarca’yla karşılaşırım diye.”
Biz yine gelelim bu güzel isimli kitaba, Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi’ye… Kitabın başında, bir söyleşisi de var Cemal Süreya’nın. Orada, edebiyat öğretmenlerinden bahsediyor tek tek. Şu kısma hususi dikkat isterim:
“Ortaokulda, on altı yaşındayken ben, okuma kitabı değişmişti. Güzel Yazılar… Süleyman Şevket Tanla yazmış; yeni edebiyat girmiş ilk kez, ortaokula yeni edebiyat girmiş… O sırada yirmi beş yaşında olan Necati Cumalı’nın şiirini, ben on altı yaşımda ders kitabında okudum! Yani o kuşak, yirmi beş yaşında ders kitabına girebiliyordu! Ben bugün elli sekiz yaşındayım, ortaöğrenim ders kitaplarında yokum!…”
Cemal Süreya’nın on altı yaşı, 1947’lere denk geliyor. 58 yaşında ders kitaplarına alınmadığı zamanlar ise 1989 filan. Daha sonra edebiyat kitaplarına girdi ikinci yeni şairleri ama hatırlarsınız, sansüre uğradılar. Hatırlayamıyorsanız googlelayın, görürsünüz. Bira, sevişmek, öpüşmek gibi “sakıncalı” sözcükleri sansürlendi şairlerin. Görselerdi bugünleri, eminim, sansürlenmektense hiç olmamayı yeğlerlerdi ders kitaplarında. [Google’lamak zor geldiyse, iki örnek için buradan ya da buradan yakınız.]
Edebiyat tanrısının işi dedik ya, iki gözüm Salâh Bey de Halley Kimi Kurtarır’daki “Kültür Rüzgârları” adlı denemesinde şöyle dememiş mi, demiş:
“Şu var ki, kitaplardaki çoğu yazılar beni açmazdı. Ama onları büyük bir saygıyla, yeniden yeniden okur, içimi ısıtacak bir şey bulmak için kendimi zorlardım. Türkçe öğretmenimiz –adı gerekli değil– bir gün sınıfta yine kitapta yer alan Enis Behiç Koryürek’in bir şiirini okutmuş, arkasından da ‘İşte şiir’ yargıcını oturtmuştu. Koryürek’in ‘Uğursuz Baskın’ adlı şiiriydi bu. Ben şiirden bir şey anlamamış –daha sonraki yıllarda da anlamadım– ama onu evde bizimkilere okuyarak Koryürek’in büyük bir şair olduğunu söylemiştim. Belki ‘İşte şiir’ höngürtüsünü de yuvarlamışımdır. Şimdiler, hiçbir okuma kitabında bu kadar çok genç yazara raslayamazsınız. O Atatürk Çağıdır. Bir daha da geriye zor gelir. 1940 Kuşağı bugün altmış yaşına merdiven dayadığı, ya da altmış yaşı gerilerde bırakmaya başladığı halde –iki, üç şair bir yana– kimselerin öyküsü, denemesi ya da şiiri okuma kitaplarında boy göstermez. Bundan 15 yıl önce Suut Kemal Yetkin bir arkadaşıyla birlikte düzenlediği lise edebiyat kitaplarında genç yazarlara çokça yer ayırmıştı ama –bunların arasında benim günlüğümden bir parça da sıkıştırılmıştır– sonradan Talim Terbiye, Adnan Ötüken Kültür Müsteşarlığı koltuğuna oturunca, bu kitapların okullarda okunmasına karşı çıkmıştır. Okul kitaplarında genç yazarlar hiç mi yok? Var, var ya, çoğu yada tümü ikinci, üçüncü sınıf şair. Onların da en tatsız, en tuzsuz şiirleri. Bu, elbet bu işlerin başında bulunan kişilerin, bu kitapları haddeden geçiren kodamanların beğenilerinden gelmektedir. Bunlar yeni sanatı, canlı sanatı anlayacak çapta olmadıklarından, onun yayılmasını önlemeyi de ulusal bir görev sayıyorlardır.”
İki gözüm Salâh Bey’in bu denemeyi yazdığı yıllara bakarsak 1970’lerin sonlarına varırız. Yani o yıllardaki vaziyet buymuş. Salâh Bey’in Enis Behiç Koryürek’i okuma kitabında okuduğu yıllar ise 1930’ların ortaları olmalı.
İyi şairlerin, yazarların okuma kitaplarında yer almalarının çocukların okuma sevgilerine ne ölçüde etki ettiği, ne kadar işe yaradığı ayrı bir mesele elbette. Yine de bir şeydir. Ortaokul lise yıllarımdaki edebiyat kitaplarında hangi yazarlar vardı, hatırlamıyorum. Okulun edebiyat anlamında bana kattığı tek şey, bizi kitap okumaya teşvik eden birkaç sevgili öğretmenim. Gerisi israftan ibaret. Zaman ve enerji israfından.
Benim ilkokulda olduğum yıllarda (90’ların hemen başları) çocuk edebiyatı sektörü (bilerek sektör sözcüğünü konduruyorum buraya) bu kadar gelişmemişti. Ya da bizim buralara (oralara?) pek uğramamıştı. Bilmiyorum. İlkokulun son sınıfında ben artık Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü okumaya başlamıştım zaten. Birkaç yıl sonra da Fakir Baykurt, Uğur Mumcu, hatta maalesef Turan Dursun… El yordamıyla yolumu bulmaya çalışıyordum. Bunlar o yaşlar için doğru seçimler miydi, ne kadarını algılayabildim okuduklarımın? Emin değilim. Ve fakat Cemal Süreya’dan mülhem; artık o büyük okuma denizine kıyısından antremi yapmıştım ben de. Belki tek başıma yüzemiyordum henüz, ama kolluk yardımıyla kulaç atmaya başlamıştım.
Birkaç yıl evvel, “acaba şimdilerde durum nedir” diye merak edip, o zamanlar liseye yeni başlamış yeğenimin edebiyat kitabına göz atıvermiştim. Ahmet Güntan, Akif Kurtuluş, Seyhan Erözçelik gibi isimleri görünce heyecanlandım, sevindim önce. Meğer yardımcı kitapmış o, ders kitabı değilmiş. Hem genç şairler, yazarlar açısından düşünüldüğünde, sanıyorum, değişen pek bir şey yok.
Acaba, bugün, lise edebiyat kitaplarında kimler okunuyor, okutuluyor?
12.Şubat.20
Ankara’ya yeni “düşenlerden” çok duyuyorum: Çok büyük ve sevimsiz diyorlar, AVM’den başka gidecek yer yok diyorlar, sevmiyorlar bu güzelim kenti. Bana çok tuhaf geliyor tabii, Ankara’yı sevmemek. Neredeyse yirmi yıldır Ankara’dayım ve zorunlu haller dışında AVM’den içeri adımımı atmamışımdır. Yirmi yıldır yirmi kere gitmemişimdir o sevimsizlik abidesi mega-bakkallara. Belki birkaç kere sinema için, kıyafet almak için. O kadar. Ankara’yı sevmeyenler ve dahi utanıp sıkılmayıp benim karşımda kötüleyenler, İzmirli olup Ankara’yı nasıl sevdiğime akıl sır erdiremezler. Doğrusu, ezberlerinin bozulmasını içten içe keyiflenerek izlerim. Hem ben İzmirliyim demem zaten. Ve Ankara’yı hakikaten çok severim.
Cemal Süreya okuduğumdan mıdır nedir, aklımda bunlarla geziyorum birkaç gündür.
Ankara’ya henüz alışamayanların sözlerinden sonra fark ettim: Ankara onlar için büyükşehir, ama benim için değil. Benim için Ankara “şirin kasaba”. Çünkü bir kasabada bile yaşasam, bundan daha dar bir alanda ve daha az mekanla yaşayamazdım. Demem o ki, Ankara’nın birçok yerini bilmem. Doğrusu, mahcup mu olmam gerekir bundan bilmiyorum ama, merak da etmem. Benim yaşam alanım, bir kasabada yaşıyormuşum gibi kurulmuştur Ankara’da. Çoğunlukla aynı yerlere giderim, bir avuç arkadaşım, eşim ve dostum yeter bana.
***
Alkış almak için yazmıyoruz buraya. Tuhaf bulan, sıkı okurluğun kitabına yakıştıramayan da çıkacaktır. Ne gam! Denemeci, günlükçü (burada dünlükçü) bunları çoktan göze alıp çıkmıştır yola: Aramızdaki En Kısa Mesafe’de yer alan “Anneannem ve Ben” başlıklı metni her okuyuşumda ağlarım. Geçen gece yalnız kaldığımda yine denedim. Sonuç aynı oldu: Önce boğazımda bir düğüm, sonra burun direğinin sızlaması ve hemen akabinde gözyaşları. Birkaç BB metni var böyle, arada açıp okurum. Hiç şaşırtmazlar beni. İlk günkü gibi.
Onur Çalı