1979’da yolu Bilge Kan’la kesiştiğinde, 73 yaşındaki John Huston’ın kanıtlayabileceği pek az şey kalmıştı sinema dünyasında. Rudyard Kipling’den Herman Melville’e, Tennessee Williams’tan Romain Gary’ye, edebiyat uyarlamalarıyla biçimlenmiş Söz’den görüntüye aktarma üslubu, zanaat ile sanat arasındaki kendine özgü bölgesinde, tercihlerinin dikine gidebileceği bir alan yaratmıştı ona. Cannes’da ayakta alkışlanan bu Flannery O’Connor uyarlamasına ülkesinde büyük dağıtımcı bulamamasının üzerinde durmadı dolayısıyla koca adam. O aksilik üzerine senaristlerin teklifiyle yönetmen koltuğuna oturduğu, üç yıl boyunca projenin olgunlaşmasını beklediği, filmi bir avuç teknik ekiple, bir buçuk ay gibi bir sürede tamamladığı için pişmanlık duyacakların sayısı az değildir ya, John Huston Bilge Kan’ı kariyerinin zirvelerinden saydı.
Ayrıntılarını öğrenemesek de, pekâlâ ruhsal sayabileceğimiz bir rahatsızlık nedeniyle erken terhis edilmiş genç gazi Hazel Motes; Huston’ın ta Malta Şahini’nden son filmi olan, James Joyce uyarlaması Ölüler’e dek eşelemekten vazgeçmediği çok katmanlı karakterlerin arasında, tek boyutluluğuyla iğreti kaçıyor gibi görünebilir. Romanın konturları da tekdüzedir: Motes çocukluk hayalini gerçekleştirip vaiz olmak üzere şehre gelir. Kendi icadı olan İsa’sız Kilise’yi tanıtmaya hazırlanırken, inancı uğruna gözlerinden vazgeçtiğini ileri süren Asa Hawks’la ve onun oyunbaz kızı Sabbath Lily’yle karşılaşır. Dalaverelerini dinle kuşatılmış çocukluğundan tanımaktadır elbette, buna rağmen baba kız bir saplantıya dönüşür onun için. Foyalarını meydana çıkarmaya çalışsa da kendi dürüst sahteliğini görmek her defasında başkalarına düşer: Asa için ortadadır başka bir vaizin onda bıraktığı iz. Lily açlığını seçip çarçabuk kendine ayırır onu. Dolandırıcı Hoover Shoates’un elini kolunu bağlamasını bekleyecektir yine de, bir kez daha başladığı yere dönmek için.
O’Connor’ın 40’ların sonlarına doğru yazmaya koyulup 1952’de yayımladığı kitap savaş sonrası dönemde ortaya çıkmış realist bir roman gibi görünebilir, değildir: Daha önce yayımlanmış dört öyküsünü birbirine dikerek bütünlediği yapıtın aksak ritmi, kitabı çevirirken de sık sık kafamı kurcalamış bir atmosfer yaratıyor sayfalarda: Kelimeler birbirine dokunmaya çekinir gibidir. Diyaloglar sus pustur. Yetmezmiş gibi, O’Connor’ın hikâyeyi yer yer anlatım bozukluğuna teğet cümlelerle sürüklemesi çeviri aşamasında hiç hesapta olmayan mesailere de zorluyor insanı. Bunları ilk roman aksaklığına bağlamak mümkün elbette, fakat yazarın o dönemki mektuplarına göz attığımızda karşımızda yeni bir işe soyunduğunun, ortaya nasıl bir roman çıkaracağının bilincinde bir yazar buluyoruz. Metni soğuk bırakmak için elinden geleni yapmakta kararlıdır O’Connor. Kitabın ilk 100 sayfasını gönderdiği yayınevinin romana geleneksel açıdan yaklaşmasından rahatsız olur. Dosyayı sevimsiz bulmaları ise onu düpedüz mest eder. İstemediği yakıştırmalardan roman yayımlandıktan sonra da kurtulamayacaktır ama. Bitmek bilmez Kafka benzetmeleri şaşkına çevirir onu. Temelsizdirler: Dönüşüm’ü okumuştur okumasına, fakat Şato’yu bitirememiştir. Dava’nın kapağını bile açmamıştır. “Alt tutamaçları eksik bir merdiven” saydığı Praglı hakkında ikirciklidir yine de. İnsanın cesur bir yazar olabilmesi için ondan birkaç sayfa okumasını yeterli bulur ya, aralarında kilit bir ayrılık da görür: Kafka’yı Kierkegaard’ın, kendini Thomas Aquinas’ın ardılı sayar.
Huston’ın söyleşilerinde kendini hammaddeye sadık kalmaya gayret eden bir dönüştürücü olarak göstermeye çalışması yukarıda değindiğim boşlukları nasıl yorumlamış olabileceği konusunda meraklandırıyor insanı. Sık sık değinmiştir filmlerini sürükleme görevini diyaloglara bıraktığına; ona yardım ettiği kadar kimi zaman yapıtını zayıflatmadı da değil o yöntem. Williams gibi tumturaklı oyun yazarlarını, ya da Sam Spade gibi, külyutmazlıktan kendi dünyasını yaratmış karakterleri beyazperdeye taşırken tercihi işini kolaylaştırdıysa da, kendi evrenini kurmakta birincil görevi diyaloglara vermeyen edebiyatçılardan uyarladığı bazı filmlerin sayfaya ilk bakışta göze çarptığı kadarıyla yetinmiş yapıtlar haline gelmesini engelleyemedi – Bilge Kan’dan beş yıl sonra beyazperdeye aktaracağı Malcolm Lowry başyapıtı Yanardağın Altında’yı, kariyerinin en zayıflarından sayarım.
Gelgelelim başrol oyuncusu Brad Dourif’in çekim sürecinden hatırladıkları, Huston’ın karakterleri iyi anladığını kanıtlar nitelikte: O “tek notalık” gazinin gördükleri, savaşın bedenle alay eden umursamazlığı inancını yerle bir etmiştir. Ölüm kadar diriliş anlamına da gelen İsa’nın bedeninin geçersizleştiği dünyada, inancını sil baştan kurmak için çocukluk anılarına varana dek, kutsal saydığı ne varsa yeniden yorumlamaktan başka bir çözüm göremez. Bunları saptamak zor değil ya, Huston’ın yer yer şiirsele yaslanan metnin ürperticiliğine hakkını vermek için bulduğu çözümler kolayca gözden kaçabilir. Her şeyden önce zamanı belirsizleştirmiştir Huston: Görsel yönden 1940’ların sonu ile 70’lerin başının iç içe geçe geçe silinmiş bir siluetidir film. Motes’u kente getiren tren buharlıdır buharlı olmasına, fakat fondaki yapılar 70’lere aittir – ki, onu bir bakıma da Vietnam gazisi yapar bu. Dil yine O’Connor’ın dönemindendir, kıyafetler ise 70’lerin başından. Mezar taşlarındaki ölüm tarihleri okunaksızdır. Arabalar iki devri de yansıtır. Bunlar bütçenin dayattığı çözümler bir bakıma, öte yandan, yukarıda değindiğim temassızlığın görsel karşılığı da sayılabilecek denli ince düşünülmüş gibidirler. Huston malzemeyi dürtmeyecek bir mesafeden izledikçe, romandaki betimlemelerle ancak anakronizmle baş edebileceğini ima eder sanki. Montaj da o sakınıma ayak uydurur; performansların arasına girmekte, onları şekillendirmekte isteksizdir.
Klasik Hollywood dönemi klişelerindendir, yönetmenin işinin yüzde 90’ının oyuncuları doğru seçmek olduğu görüşü; kaynağı belirsiz olmasına rağmen, çoğu kez John Huston’a atfedilir. Brad Dourif’in Hazel’ı kararlılığı, iğreti hayal kırıklıkları ve dediğim dedik hevesiyle, pırıl pırıl gözlerine uymayan cılız bedeniyle kusursuz bir seçim. Unutulmaz karakter oyuncularından Harry Dean Stanton ile Ned Beatty de: Stanton’ın sinsi vaizi, Beatty’nin küçük hesaplar peşindeki Hoover Shoates’u benim diyen açıkgözün hayallerini süsleyecek nitelikte. Keza Amy Wright’ın perişan fettan Sabbath Lily yorumu da. Enoch rolündeki Dan Shor’u ise Huston’ın metne en belirgin müdahalesi sayıyorum. Romandaki kötücül merakına hayran karakterin yerini sadece arkadaş olmak isteyen genç Enoch almıştır filmde. Huston’ın malzemeyi zorlama denemeleri o kadarla sınırlı değildir ya, fazlasını romanın iskeletinin kaldırmadığını yine Dourif’ten dinlemek mümkün. İzleyici onu kuşkusuz Yüzüklerin Efendisi’ndeki Grima Solucandil yorumuyla hatırlayacak olsa da, Guguk Kuşu’ndan Mississippi Yanıyor’a dek, kolayca bir yere oturtulamayacak bir kariyer inşa etmiş o yalnız aktör ilk elden anlatıyor olay örgüsünün ne kadar su geçirmez olduğunu. Huston’ın yazdığı, filmin son dakikalarına eklemek için düpedüz ayak dirediği bir sahnenin mayası bir türlü tutmayacaktır.
Huston müzikle de yumuşatmayı dener o kunt çatıyı ama O’Connor oralı olacak gibi değildir. Kerameti kendinden menkul, popülist vaizlerden duyduğu hoşnutsuzluğu doğal sonucuna vardırmaktan başka bir şey yoktur aklında. Hazel ise ancak Hoover Shoates ikizini yaratıp da retoriğini gerisin geri ona yansıttığında anlayacaktır, halkın hakikati ancak satış değeri olduğunda dinlemeye yanaştığını. Kendi yapaylığına toslamak, zihnini görmemesi gerekeni görmüş bir günahkâr olduğu düşüncesiyle doldurur: Ensest benzeri, lanetli bir ilişkidir inancıyla kurduğu. Oidipus’un kendine verdiği cezayı tekrarlar. Bu son cüreti de taklittir nihayetinde, ama en azından travmasının hakkını vermesini, kendisi için olmasa da başkaları için aydınlığa kavuşmasını sağlar.
Motes’un çocukluk anılarını aktarırken, “Sonradan gözünün önüne İsa’nın daldan dala atlayan yabani, pejmürde bir adam olduğu da gelecekti; Haze’e dönmüş, adımını nereye attığını bilemeyeceği, pekâlâ suyun üzerinde de yürüyor olabileceği, durduğu yeri birdenbire idrak ettiğinde ise boğuluvereceği karanlığa dalmasını işaret ediyordu,” diye yazıyor O’Connor. Safkan inançsız Huston’ın, koyu Katolik Flannery O’Connor’ın karanlığına sokulma uğraşının dengesiz kalmış olabileceği akla gelse de, o betimlemede hayatı boyunca peşini bırakmamış yok edici annesini seçtiğini düşünmek hoşuma gidiyor benim. Hazel’ın kâbuslarında, pençesinde kıvranmanın hoşuna gittiği hayaletlerin karikatürünü görüp kıs kıs güldüğünü hayal ediyorum sinemanın Hemingway’inin.
Emre Ağanoğlu
Emre Ağanoğlu’nun yazdiği herhangi bir dergi, yayin vb. yer var mi? Cevirdigi ve yazdigi kitaplar var mi yakin zamanda? Merak ve sevgiyle.