
O zamanlar ikimiz de Darağacı’ndaki Şark Sanayi Fabrikasında çalışıyormuşuz; ne bileyim ben abi. Sonradan öğrendim. Düşünebiliyor musun, belki de aynı vardiyada… Yani içeri aynı saatte giriyoruz, aynı saatte kartı basıp çıkıyoruz.
O günler fırsat buldukça arkadaşlarla Altay stadının arkasından kıvrılıp Kahramanlar’a tabanvayla gidiyor, Necip Abinin Yeri’ne takılıyorduk. Sıtkı, Sefa, ben… Bazen Osman’la Muammer. Benim için kolay oluyordu; Kapılar’dan çıkıp karşıya geçiyordum. Sonra doğru Ballıkuyu’ya.
Bana Sefa söyledi, onun da Şark Sanayi’nde çalıştığını. Çok sıkışmasa söylemezdi. Sıkıştı. Sıkıştırdım.
Şimdi siz “Nereden nereye be abicim!” diyeceksiniz ama durun da anlatayım. Mevzu biraz karışık, idare edin.
Olay şu: Gene bir gün hep birlikte rotayı kırıp Bornova Sokağı’nın oradan dik vurarak Kordon’a attık kendimizi. Alkolü soruyorsanız söyleyeyim: Evet, az buçuk… Fabrikanın karşısındaki dar sokağın Havagazı Fabrikasına bakan tarafında Arnavut Nihat’ın bekçi kulübesinden bozma köftecisi vardı. Yarım ekmekiçi köfte, ayran filan; yolunu buluyordu. Adam kurnaz; güvendiği, tanıdığı oldu mu, çaktırmadan rakı da veriyordu. Birkaç kez müşterisi olduk ya, tanıdı bizi, çaktı rakıları.
Ötekileri bilmem, ben iki dubleyi tak tak ânında götürdüm abi. Sonra işte az önce söylediğim gibi, rotayı Bornova Sokağına çevirdik. Havada hafif bir yağmur kokusu… Belki de yağdı yağacaktı. Denizden esiyordu. Deniz mavi değildi. Griydi. Eşek imbatı çıkmış gibi, dalgalıydı. Biz birer cigara yakıştık, çeke çeke Kordon’a çıktık. Çatalkaya’ya bakıp mırıltılarla “Yağmur kesin yağacak,” dedik, laf olsun diye.
Onu ilk orada gördüm. Ay gibiydi. Su gibiydi. Ayartıcıydı. Sıcak ağzının kenarında küçük bir karanfil kanıyordu. Muammer’e gösterdim. Gösterdiğim yere doğru boş boş baktı. “Ne var oolum!” dedi. “Görmüyor musun lan!” dedim, “şu karşıdaki… sarı kazaklı.” “Ee, ne olmuş sarı kazaklıya?” dedi ama onu gördüğünden emin olmamıştım. Sefa atladı. “A-ha şu,” dedim, “nasıl ama?”
Tam karşımızdaki restoranda oturuyordu. Karşısında bahriyeli bir çocuk vardı. Bahriyeli bir şeyler söyledikçe o gülüyordu. Gülünce kızıl dudaklarının aralandığı yerden sedef beyazı dişleri görünüyordu. İçimden, gülmenin bazılarına çok yakıştığını, bizim gibilerde ise dandik durduğunu düşündüm. “İnsanın böyle bir sevgilisi olmalı yav!” dedim. Öyle kederlenmiştim ki, arkam sıra debelenen deniz sanki o an kaynayacak gibi oldu. “N’oldu len Metin?” dedi Sıtkı. “Salla!” dedim, alt dudağımı kemirmeye başladım.
Sonra sonra, “Güzel kız, Allah için,” diye söylendi Muammer. Külahtan çitlediği çiğdemlerin kabuklarını tükürüyordu: pü, pü, pü… Sefa ile Sıtkı da arada bir Muammer’in çiğdem külahına sortiliyor, önümüz sıra gelip Alsancak iskelesine doğru koşan kızların rüzgârdan uçuşan eteklerine aç kurtlar gibi bakıyorlardı.
Nasıl olduysa oldu, Bahriyeli masadan kalktı, restoranın kapısından ok gibi fırlayıp öfkeli adımlarla Pasaport’a doğru yürümeye başladı.
Sarı kazaklı kız, hiçbir şey olmamış gibi, kendi başına bir dakika kadar oturdu. Bozuntuya vermemek için kastığı belliydi. Ya da bana öyle geldi. Sonra kalkıp restoranın kapısı önünde dikeldi. Hangi tarafa gideceğine karar veremiyor gibiydi. Çaktırmamak için limana doğru birkaç adım atıp geride kalan muhtemel izleyicilerinin menzilinden çıktı.
“Çocuklar, kusura bakmayın, bana doyum olmaz,” deyip fırladım. Üçü birden çiğdem kabuklarını tükürüyorlardı. Hiçbir şey anlamadılar tabii. Hoş, anlasalar da umurlarında olmazdı.
Hiç telaş yapmadan yolun karşısına geçtim. Takibe başladım.
Koyu kara az kıvırcık saçları dalgalandıkça kokusu ta bana kadar geliyordu. Boy desen boy, pos desen pos… Allah vermiş be kardeşim, dedim içimden. Aslında içimden daha neler dedim de şimdi burada söylersem ayıp olur. Kalbimin, ciğerlerimin, böbreklerimin, içimde ne varsa her şeyimin onu istediğini fark ettim.
Banka Misafirhanesinin köşesinden içeri döndü. Pat diye ensesinde bittim. İyi akşamlar, dedim. Aldırmadı. İyi akşamlar prenses, dedim bu kez. Gülümsedi. Gördüm. Sizi üzgün görüyorum, dedim. Önce sana ne, sonra değilim, dedi. Yok yok, üzgünsünüz, dedim. Bunu da nereden çıkarıyorsunuz? Hem kimsiniz siz? Kendinizi ne sanıyorsunuz, dedi. Ben bu koca şehirde prenseslerin üzülmemeleri için ne gerekiyorsa yapmak için görevlendirilmiş saf, temiz biriyim, dedim. Görevlendirilmiş mi? Kim görev vermiş size, dedi. Kalbim, dedim, kalbim görev ve sefer emri verdi.
Durdu. Çok sert baktı. Şimdi tokadı yapıştıracak, dedim içimden. Yapıştırmadı.
Sağa doğru bir baktım: Bizimkiler. Elli metre kadar ötedeler. Ne diye geliyorsunuz arkamdan len, diye bağırsam, “Başına bir şey gelmesin diye koçum,” diyecekler, biliyorum.
Kıza çaktırmadım. Fakat kalbimin ağzıma kadar geldiğini fark ettim. Besbelli, oracıkta ölecektim. Eh, kaldırırlardı artık cenazemi. Fakat hani o kanayan kızıl karanfil vardı ya, birden onu gördüm abi, yemin billah edeyim size. “Ben bildiğin kızlardan değilim ama,” dedi. Zaten onun için, dedim ben de, gerisini getiremedim. Söylesem ne söyleyecektim, onu da bilmiyorum ya, neyse. Birkaç saniye sonra, “Bak, buraları tekin yerler değildir,” dedim, bizi izleyen bizimkileri gösterdim, “Birlikte yürümeye ne dersin? Seni istediğin yere kadar…”
Sözümün gerisini getirmeden Sefa’nın eli omuzumu kavradı. “Bırak gitsin len kızı!” dedi. Öyle sert çekti ki, kendi etrafımda bir tur döndüm.
Sarı Kazaklı, adımlarını birden sıklaştırıp uzaklaştı.
Gitme o kızın peşinden, dedi Sefa. Nedenmiş, dedim. Öyle işte, dedi. Söylesene oolum, dedim, neden gitmeyecekmişim? Ben sana gitme diyorum, işte o kadar, dedi. Sert çıktı. O sırada ötekiler geldi. Muammer, “Yav, adamın vardır bir bildiği,” dedi, “gitme dediyse gitme sen de. Biraz laf dinle.”
O ara nasıl bir imbat kokusu… Nasıl bir yağmur ağrısı… Bilemezsin abi. Yamulttu beni anasını satayım. Alsancak garına kadar hiç konuşmadan yürüdük. Tam köşede sıkıştırdım Sefa’yı. Yapıştım iki yakasına, dayadım duvara. Söyle lan, dedim, neden gitmeyecekmişim? Tanıyor musun yoksa? Senin dalgan mı? Söylesene lan. Baltayı taşa mı vurduk gene. Hay ben böyle şansın…
“Kız bizim fabrikadan,” diye mırıldandı yalnızca. “Delikanlılığa sığmaz. Emekçi kardeşimiz sayılır.”
Deniz tarafından nasıl bir rüzgâr, nasıl bir rüzgâr…
Aydoğan Yavaşlı
Yazarın yakında çıkacak AŞKTAN ÖTE BİZE YAKIN adlı kitabından.