
Çünkü yalnızlıktır bekleyen bir batığı.
İlhan Berk
Deniz dibinde bir batıktayım. Baş güvertede oturmuş sigara içiyorum. Denizin içinde olur da nasıl yanar cigara… Yanıyor işte… inceden dumanı tüte tüte. Kendimi bildim bileli hep o dipteki, yarısına kadar kuma gömülmüş batıkta, mercanlara, yosunlara, kaya balıklarına, mürenlere, yengeçlere, midyelere, lapinlere komşuyum. Kendi kanunları olan dipteki o dünyada bir başımayım.
Deniz şakayıklarının sardığı babafingonun silik gölgesi düşüyor draganlarla kaplı güverte tahtalarına. Yukarılarda, çok yukarılarda, suyun yüzeyinde çalkalanıyor gökteki dolunay. Işığı derinlere, oturduğum yere kadar iniyor. Ben onu ‘Ay’ olarak bilmiyorum ama. Şekilleri daha da belirsizleştiren fosforlu, gizemli bir aydınlık o. Efsunlu şekiller oynaşıyor etrafımda. Yukarılarda denizin yüzü oynak ışık köpükleri.
Yapacak bir işim yok. Kah kıçta, çürümüş çapa haladına, kah baş tarafta kamaraya sırtımı verip uyuklayarak, kayaların aralarında, sarı kumları eşeleyerek dolanan rengarenk balıkları, akıntıyla salınıp duran yosunları izleyerek zaman öldürüyorum. Gemicinin illallah ettiği, güverteyi yıkamak, paspas yapmak, tahtaları silmek gibi sıkıcı, zorlu işler de yok. Bir batıktayım artık. Artık burada tüm sebepler geçersiz. Bir sonuç dipte olmak. İnsanların emeklilik hayali gibi bir yaşam bu, hiç iş yapmamak.
Koyu karanlığa hazırlık, yaptığım işlerin en önemli olanı. Eski, unutulan, elin, ayağın unutmadığı bir alışkanlıkla belki, elimde bez parçası, önümdeki gemici fenerinin şişesini siliyorum. Küpeşte ile direk arasına gerili iplerde, tayfaların kurumaya astığı çamaşırlar dalgalanıyor. Olmayan tayfaların… Gürültücü lapinler, hayta isparozlar, haşarı istavritler saklambaç oynuyor aralarında. Bazen, yaklaşan iri bir karagözden ürkerek kaçışıyorlar. Karagöz çalımlı hareketlerle çamaşırların aralarda gezinirken kuyruğunu sıyırıp geçen gömlek kolundan, pantolon paçasından ürküp telaşla salladığı kuyruklarla kendini mavi koyuluklara atıyor.
Fenerin şişesini sildikten sonra gazını tamamlıyor, fitilini az ucundan kesip yakıyorum. Kaptan kamarasına çıkıyorum sonra. Geniş seyir masasının üzerinde kaptanın dumanı tüten yanık piposu, tütün kesesi duruyor. Seyir kontrol tablasındaki pusulayı, usturlabı, paraketeyi kontrol edip masanın üzerine serili haritaya rotayı işaretliyorum. Yalpa müşirinde kıpırtı yok. Olması da gerekmiyor zaten. Dipteyiz. Kutup Yıldızı çakılı dursa da gökte yıldız küresi de işe yaramıyor artık. Üzerini kül rengi yosunlar kaplamış. En son dümeni sabitledikten sonra iskandille derinliği ölçmeye geçiyorum. Yaptıklarım sadece eski alışkanlık. Dipte yarısı kuma gömülmüş bir batık oluşumuz engel değil bunlara. Teknenin bir rotasının olması en çok böyle zamanda gerekiyor. İskandil bozuk olmalı. Derinliği göstermiyor.
Teknenin makinası çalışıyor. Volant, şaft dönüyor. Kıçtaki pervane de dönüyordur. Ama tekne duruyor, hareket etmiyor sanki. Teknedeki tek hareket, yosun, midye, liken kaplı tahtaların ayaklarımın altındaki hafif titreşimleri. Rüzgarı, bulutu, sisi bilen, bir zamanlar uzun, zorlu seferler yapmış denizci güdülerim; demir suya düşmüştür, diye fısıldıyor kulağıma. Demirin arkamızda dipleri tarayarak sürüklenirken kayaya takıldığını, bu yüzden de makine çalışıyorken bile teknenin hareket etmediğini düşünüyorum.
Dürbünü alıp kamaranın önüne çıkıyorum. Ufka bakıyorum. Olmayan ufka. Sudaki dalgalı, titrek, bulanık, içi içe geçmiş şekillere, uzayıp sonsuza giden maviliklere, burgaçlar halinde dönen balık sürülerine, masmavi, camgöbeği koyulukların arasından süzülen ışık parçalarına, akıntıyla oynaşan yosunlara, donup kalmış yengeçlere, uyuklayan denizkestanelerine, midyelere, sessiz bir müziğin ritmiyle dans eden karideslere, o yıllardır dipte olmanın alışkanlığıyla, kanıksadığım sıradanlığa bakıyorum.
Yükü kontrol etmek için ambara iniyorum ardından. Bağlantı halatlarına, sabitleme takozlarına, kenar dayamalarına bakıyorum. Yük, kalıp kalıp mermer. Ağır mermer kalıpları, tekne için en zorlu yüklerden. İplerin kopması, gevşemesi, yük desteklerinin kırılması çok tehlikeli.
En son başaltına iniyorum. Karanlık kilere girmeden önce, eşikte, fenerin fitilini az daha kaldırıyorum. Karanlıktan korkum yok. Ama sevilecek şey de değil. Kiler bu, her gelişimde fareler cirit atıyor aralarda. Dört patates alıyorum. Akşam yemeği için. Kolay pişiyor patates. Seviyorum hem de yemeğini. Midye, balık yemeyi doğru görmüyorum. Bir çeşit yamyamlık gibi geliyor bana. Komşuyuz sonuçta.
Karanlığı koyulaşan gölgelerden biliyorum. Karanlık çöktükçe balık sürüleri çekiliyor ortalıktan. Kayalardaki kısıklara giriyor yengeçler, kaya balıkları, şakayıklar, denizkestaneleri, midyeler kapanıyor, yosunlar kendine dolanıyor karardıkça ortalık. Soğuk oluyor suyun dipleri.
Sobayı erken hazırlıyorum çoğunlukla. Tutuşturmak için çalı çırpı, odun koymak gerek. Kamaralardaki, ambardaki, başaltında tayfaların yattığı bölmelerdeki tahtaları kırıp ufalıyorum gerektikçe. Nasıl olup da odunun, çıranın yandığını getirmiyorum bile aklıma. Yanıyor. Onu biliyorum. Çokça kafama takılırsa odunun çıranın yanması; hayatta her zaman aklımızın ermediği, anlam veremediğimiz şeyler olduğunu düşünüyorum. Sobanın kapağını açtığımda, içini yuva belleyen yaşlı bir orfoz, kapaktan dışarı fırlayıp kendi dilinde söylenerek uzaklaşıyor çoğunlukla. Küsüyor bazen. Uğramıyor sonraki birkaç gün. Küsmesine, sobayı paylaşmak istememesine hak veriyorum. Evi orası.
Ortalıktan ışık, renk, ses, el ayak -yüzgeç, kuyruk mu demeli?- çekiliyor az sonra. Yalnız, bir başına ise, gün boyu işi de yoksa insanın, erken yatmaktan başka yapacak şey kalmıyor. Arasında biriken yosunları temizliyorum yatağa girmeden. Kısıyorum lambanın fitilini. Uzanıp uykunun gelmesini bekliyorum. Geç vakit, boğuk boğuk tıngırdayan keçi çanı sesleri, melemeler, ıslıklar duyuyorum. Hava gene döndü, ağırlaştı. Bundan seslerin boğukluğu, diyorum kendi kendime. Kim bilir. Belki uykumda duyduğumu düşünüyorum o sesleri.
Böyle beklerken uykuyu aklıma denizin yukarılarındaki dünya geliyor. Biz vurgunu oltanın ucunda, havaya yükselirken yeriz, diyen uskumruyu hatırlıyorum. Binbirinci defa belki, içimden batığı terk etmek, çekip gitmek geçiyor. Ama o korkular, o korkular… Suyun üzerindeki dünyanın korkusu… Diplerde yol iz, yokuş, iniş, çatallanan, dirsek veren yollar, patikalar yok en azından. Burada yaşam daha dolambaçsız, daha basit, daha kolay. Düşecek yer yok. Hem yürümenin burada anlamı da yok. Yerlere adım atılarak gidilmiyor burada. Yüzülüyor. Yüzgeci olan gidebiliyor bir yerlere. Yürünmüyor. Ayaklar fazlalık.
Mehmet Sürücü