Geçen hafta vefat eden “hocaların hocası” Özdemir Nutku’yu, öğrencileri Uğur Uzunel ve İlayda Akkın’a sorduk.

Sahnede ve arkasında kahramanlar izliyordum. Onlara özeniyordum, tek derdim onlar gibi olmaktı. Tüm bu kahramanların arkasında, onları kahraman yapan biri olduğunu öğrendiğimde ortaokuldaydım. Bir belediye tiyatrosunda çocuk kursiyerdim. Öğretmenime deli gibi hayrandım. O her şeyi bilerek doğmuş biri gibiydi. İlk olarak ondan duydum adını hocanın. Bir hocaların hocası var İzmir’de. Türk tiyatrosunun en büyük hocalarından, tiyatromuza en çok katkı sağlayanlardan biri. Adı Özdemir Nutku.
Bu ismi bu kadar uzun zamandır (belki 20 sene) biliyorum. Artık kitapçılarda Özdemir Nutku kitapları kurcalıyorum. Artık yeni kahramanım o. Dünya dolusu kitabı var, hepsini almak istiyorum. Ama aralarından biri favorim. Dünya Tiyatrosu Tarihi… İki cilt bu dev kitap rüyalarımı süslüyor. Çok pahalı ama. Harçlığımla alabilmem mümkün değil. Birinci kitabı biraz babamın desteği, biraz kendi cebimden koyarak satın alıyorum. Şimdi sürekli bu kitabın fotoğraflarını kurcalar oldum. Benim gibi birkaç arkadaşım daha var. Onlar da benimle birlikte bakıp duruyorlar kitaba. Okuduğumda çok anlamıyorum ama resimlerine bakmak çok güzel.
Peki ikinci cilt? Onu nasıl alacağım? Epey süre bu mümkün değil gibi. Şimdi utanarak itiraf ediyorum. Arkalara atılmış, kapağı yırtılmış bi şekilde buluyorum bi kütüphanede. Aynı 2. ciltten 3 adet var. Birini çalıyorum. “Ben daha iyi bakarım bu kitaba” diyorum kendime. Vicdan azabı da yaşamıyorum asla. Sonra haftalarca da ikinci cildi kurcalıyorum.
Özdemir Hocayla yüz yüze gelmeden çok önce tanıştım yani. O benim gibi öğrencilerine ne anlam ifade ettiğini ne kadar biliyordu acaba? Okulu kazandığımda, nerdeyse her oyunumda beni tebrik etmiştir. Hazırladığım bazı mezuniyet oyunlarını dışarıya satmam gerektiğini söyleyerek, yapamazsam da “bi yerlerde mutlaka böyle bir şey oyna” diyerek beni cesaretlendirmiştir. Hocaların hocası hiç sakınmazdı kendini güzel bir şeyler söylemekten. Derse gelirken çantasını taşımaya çalışsanız vermez, fotoğraf çektirirken boyunuz yakın çıksın diye eğilirseniz “dik dur, ben boyumdan memnunum” diye azarlardı sizi. Devamsızlık yapmayan öğrencilere imzalı kitaplarını verirdi. Şimdi de onu almak için uğraşmalıydım. Adıma imzaladığı üç kitap da kütüphanemin en güzel köşesinde durmaktadır şimdi.
Ne söylesek az gelir Özdemir Hoca’yı hatırlarken. Belki en çok öğrencilere doğum gününde Buena Vista belgeseli izletip, efsanevi müzik grubunun başarılı ama küçücük hayatı hakkında konuşup, “bu kadar mütevazı yaşayabilirsek gerçek sanatçı oluruz” demesini; belki öğrencinin performansını eleştirirken ezile büzüle “lütfen yanlış anlama beni, daha iyi ol diye konuşuyorum” demesini hatırlayacağım en çok. Belki de Berkin öldüğünde, “sürekli gençler ölüyor, hatta çocuklar; ben hala hayattayım. Onlardan çalıyor gibi suçlu hissediyorum” demesini. Belki de şımarır, kendimi kaybedersem, bir törpü gibi yeniden hatırlayacağım Özdemir hocanın şu laflarını: “Bu koca evrende, küçücük samanyolumuz, çok daha küçük güneş sistemimiz, çok daha küçük dünyamız var. Dünyada küçücük bir ülke Türkiye. Türkiye’nin küçük ili İzmir’in, küçücük Bostanlı’sında, bir apartman dairesinin bir odasında, küçücük bir koltukta ben oturuyorum. Özdemir Nutku. Bunu kendime hatırlatırım ara sıra.”
Naifliği, samimiyeti, şefkati… Bize çok güzel hatıralar bıraktı. İyi ki vardın Özdemir hoca. Hepimiz için çok şeyi değiştirdin.

Adorno, Minima Moralia adlı kitabında içlerinde yaşadığımız binaların sönüp gitmiş olan bağımsız varoluş özlemimize taban tabana zıt olduğunu, içlerinde yaşayan insanlarla hiçbir bağlantısı olmayan kutular olduğunu söyler. Kendi evimizi, ev olarak görmemek, orada kendimizi “evimizde” hissetmemenin ahlakın bir parçası olduğunu da ekler. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri için bu durum çok farklıdır. Bugün, böyle hissedebiliyorsak bunu Özdemir Nutku’ya borçluyuz. Özdemir Nutku Sahnesi evimizdi çünkü bizim.
Bir gelenekten geldiğimizi, onu göğüslememiz gerektiğini, neyi devraldığımızı ve neyi bırakacağımızı onun adını taşıyan sahnede öğrendik. Tiyatro tarihini onun yazdığı kitaplardan okuduk. Bahar Akpınar hocamız ne güzel demiş, “Shakespeare’in Türkçe Dili” diye, biz Shakespeare’i ondan okuduk. Oyun dilini kurabilmeyi, sayısız çevirileri sayesinde anladık. Kral Lear’ın “uğuldayın rüzgarlar uğuldayın” diye başlayan tiradını çevirirken fonetik olarak güçlü olacağını düşündüğü için günlerce “uğuldayın” sözcüğünü aradığını, onu oraya yakıştırmasından öğrendik. Aşkı, tutkuyu, hevesi, inat etmeyi, yaşama karşı açlığı, tiyatroyu ve sonsuz üretme gücünü gördük Özdemir Nutku’nun yüzünde. Yetiştirdiği öğrencilerinin omzundaki elinden tanıdık onu. Sanatın, becerinin doruk noktası olduğunu; ustaların diğer ustalarla veda tokalaşması olduğunu, öğrencilerinin Özdemir Hoca’dan bahsederken yüzlerinin aldığı ifadeden okuduk. Kibirsizliği gördük. Hülya Nutku’nun her dersinde çalışkanlığınızı anlatmasından bildik sizi. Elele yürüdüğünüz yollarda gördük. Birlikte üretmenin insanı nasıl güzel kıldığını öğrendik. Okula başladığımız yıl Semih Çelenk, ilk dersinde “insan neden yazar ki?” diye bir soru sormuştu. “Özdemir Hoca mesela, bunca eser için neden uğraşıyor bu yaşında sizce?” dedi. Cevabı tüm sınıf bulamadık ve Semih Hoca söyledi, “Ölümsüz olmak için.” Şimdi daha iyi anlıyorum bazı kalpler durmaz, bazı insanlar veda etmez. Ölümsüzlüğü öğrendik.
Sizi, evimizden uğurlayamadık. En ön sırada oyunlarımızı büyük bir merakla izlediğiniz sahnemizden uğurlayamadık. Size uğurlanmak da yakışmazdı zaten, o sahne sizdiniz. Biz, o sahneyi yaşatmaya mecburuz. Çünkü siz bir köksünüz hocam. Bir kök asla ölemez. Hep bizimlesiniz.
Saygıyla, bin minnet ve şükranla.