– Bir abimiz vardı, iyi avcıydı. Acayip güzel av ve avcı hikâyeleri anlatırdı. Masaya otururken her defasında elini kaldırır, “Arkadaşlaar baştan söyleyeyim; bu dünyaya bir gelişimden, bir de gidişimden sorumlu değilim” derdi hemen. Biz de takılırdık; Abi, arası ne olacak? “Hele buranın hesabını vereyim, öbür tarafınkine varınca bakarız” deyip, basardı kahkahayı.
– Güzel söylemiş valla… herkesin hesabı kendine. Yak bi cıgara!
– “Sofra adamı” derler ya hani, tam öylesi bir abiydi. Üstelik, sarma içerdi senin gibi. Şimdi yakalım bi zehirli Zarife.
– Güzel abiymiş hakkaten. Zehiri tamam da Zarife’si ne yahu?
– Şu meretin nasıl üretildiğini bilir misin?
– Canım, tütün işte… Her köşede var. Adıyaman tütünü severim ben. Böyle, sarı kızın saçları gibi.
– Öyle saç haline gelene kadar… Ekmeğini yersin ama o da zarif yaprağındaki zehrini yedirir sana gün be gün. Kokusu siner derine. Ve on iki ay nazı, kaprisi bitmez Zarife’nin.
– Vaay! İlginçmiş bizim Zarife. Anlatsana biraz.
– Biraz? Yok yahu, uzun hikâye. Sıkılırsın.
– Hele başla, uzarsa bi ufak daha söyleriz. Tiryakisi, tütünden sıkılmaz.
– Peki, sen bilirsin.
– Bak şimdi aklıma ne geldi; bir yerde okumuştum, bir dönem ilaç niyetine de kullanılmış. Ağızda çiğneyen bile var. Hadi sağlığına.
– Sağlığına! Doğru diyorsun. Nikotin etkisi olsa gerek. Ayrıca, Remarque’ın “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında geçer; askerlerin “tütün istihkakı” varmış. Her askere günde bir paket sigara verilirmiş, tayın gibi. Bizde de “asker sigarası” vardı eskiden. Bir de “sarma”, derlerdi; tavlanmış yaprak tütünü bıçakla kıyıp, ince kâğıda sarardı babam, amcam. Biraz büyüyünce özenip ben de içmiştim. Zıkkım gibidir. Osmanlı topraklarına Selanik’ten girmiş. Makedonya’nın iklimini, toprağını sevmiş. Drama’nın, Kavala’nın tütünü aranır olmuş. Yunanistan’da bu işi hep bizimkiler yapıyormuş. Kavala’dan mübadiliz. En iyi bildikleri iş tütüncülük. Gelirken tohumunu da getirmişler. Böylece, ben de bu kokunun içine doğdum. Balkan harbi ve mübadele yüzünden tütün çok değerlenmiş Avrupa’da.
– Şimdi de öyle. Paketine eşşek yüküyle para döküyoruz.
– Tütüncülük, bir aşk-nefret ilişkisidir. Bak, sana bu işin bir gününü anlatayım. Sabaha karşı saat üç buçuk, dörttür. Annemin kalktığını duyar, duymazdan gelirim. O da son ana kadar kaldırmaya kıyamaz. Ama her seferinde pişman olur garibim. “Kalk hadi çocuum, hadi kalk!” diye şefkatle başlar iki üç dakika arayla. Nafile. Komşu arabalarının tekerlek sesleri telaşını arttırır. “Bak Koca Camallar bile gitti… Kalk oolum kaaalk.” Atlardan korkmasa bana mihnet etmez. İneği, koyunu, keçiyi hep o doğurturdu. Güçlü kadındı. Ablam giyinmiş, yarı uykulu bekler. Bıraksan kıvrılıp kaldığı yerden uyuyacak. Çaresiz, kolumdan tutup sürür yataktan. Palas pandıras giyinip avluya çıkarım homurdanarak. Babam olmadığı zamanlardaki taframdır. Onun gibi olur, ona benzetirim kendimi. Bir tür erkek olma özentisi anlayacağın… Sabah ayazını yiyince ayılır, dama koşarım. Damın içi ılıktır. İlk anda sıcak hava hoşuma gider ama ter ve gübre kokusu içeri girdiğime pişman eder. Ahıra işemiş, dışkılamıştır sakinleri. Gemici feneri ışığında, üstlerine basmamaya çalışarak birinci beygiri çıkarırım. Temiz havaya kavuşunca, horrr! diye sümkürürken, burnundan sıcacık buharlar döker. Yüzünü, kadife burnu severken, elim ısınır. Hamutunu, başlığını, gemini hızla takarım. Boyum yetmediği için hamutu takarken başını eğerek bana kıyak yapar. Severiz birbirimizi. Sonra diğeri. Koşumlar tamam. Küfeleri, örtüleri, ekmek çıkınını, testiyi, annem kaşla göz arasında yerleştirmiştir. Hazırız. “Haaydi oğlum!” Arabanın bir tekeri asfalt şosede, diğeri toprakta. Sarsıla sarsıla gideriz. Yarım saat yolumuz var. Nal sesleri ninni gibi gelir. Annemle ablam, beş dakika sonra birbirine yaslanarak tavşan uykusuna dalar. Transit yolu üzerindedir kasabamız. Ara ara yanımızdan TIR’lar geçer. Rüzgarından savruluruz. Bulgar, Yugoslav, Alman TIR’cıların yol boyuna attığı boş sigara ve kibrit kutuları pul kadar ilginçti. Orta birdeyim. Kibrit kutusu koleksiyonu yapıyorum. Öbür çocuklar gibi pul koleksiyonu da yapıyorum. Babamdan korkuma sigara kutularını alamam ama kibrit kutusu görünce dayanamam. Annem hemen uyanır ama ilkinde bir şey demez. Şımarıp iki üç kere durunca kızıp bağırır. “Oğlum böyle varamayız tarlaya… Abe yeter! Toplarsın yarın.” Hırgür tarlaya geliriz. “Çok şüküür” der annem sitemle. Yere atlar, eşyaları indirirler. Uzaktan çakal, kurt sesleri ve onlara cevap veren çoban köpeklerinin sesleri gelir. Gün doğana kadar susmazlar. Seslere dalarım bir an, annem uyarır; “Çabuk sal beygirleri, tak torbalarını!” Kula başını sallar “duydun işte, hadi!” der gibi. Arpanın kokusunu alır kerata. İkisi hemen kırmaya başlar telaşla. O sessizlikte yaprakların kırılma sesi duyulur; çıt, çıt, çıt… Güneş fazla yükselmeden tütünü küfelere doldurmalıyız, yoksa sener, kırılmaz nazenin, zehirli melek. Ben istifçiyim. Kırılıp destelenen yaprakları, yerden toplayıp küfeye istiflerim. Yapraklara dokundukça, yüzeyinden ince, siyah, sakız gibi bir madde sıvanır parmaklara. İşte bu Zarife’nin zehiridir. Arada bir sıyırıp atmazsan, parmakların işlemez. Ancak eve gelince, sabunla arınırız katrandan. Gün doğarken mideler kazınmaya başlar. Annem hemen peşkiri açar. “Peynir ekmek, hazır yemek.” En az katran sıvanmış serçe parmağımızla, avucun alt yanı kullanılarak beş on lokma yeriz alel usul. Bir de su içtik mi mide susar. Ağustos güneşi zalimdir. Sıcak basmadan kaçıp tütünleri eve götürmeli. “Çabuk arabayı koş!” bu, sert, tartışılmaz ve en hoş emirdir. Hepimizin canına minnet. Neredeyse dörtnala eve atarız kendimizi. Önce küfeler serinliğe alınır. Sıkıldın mı?
– Yok yahu, heyecanlandım. Gerçekten acayip bir işmiş.
– Beygirleri suvarıp dama götürürüm. Samanını, yemini veririm. Bu arada annemle ablam, hızla bir yaz yemeği yapmıştır. Yine hızla yenir çünkü tütünler kızışmaya başlayacak birazdan. Küfelerin başına çökeriz. Yaprakları üst üste getirip, koptuğu ucun 1,5 cm altından iğnelere dizmeye başlarız. İğne dediğim, 50 cm uzunluğunda 5 mm enindeki çelik şişler. Dalgınlığa, aceleye getirirsen işaret ya da orta parmağını şişlersin. On, on beş iğne dolunca annem onları kınnap ipine sıyırır ve 2,5 metre boyundaki kargılara iki ucundan bağlar. Beş altı kargı olunca bahçedeki ızgaraya asılır. Kurutma aşaması başlar artık. Bazen yorulup, olduğumuz yerde uyuruz. Annem, babam yorulmaz. On beş yirmi dakika uyumamıza göz yumar. İşi bilen bir misafir veya komşu gelirse dünyalar bizim olur. Kendi de sever ama bizi eylemek için babam, radyoyu sürekli açık tutar. Radyo, dünyaya açılan penceremizdir. Yurttan Sesler Korosu, Fasıl Heyeti ve solo şarkılar bütün gün sürer. “Sayın dinleyiciler, şimdi Zeki Müren’den şarkılar dinleyeceksiniz. Saz arkadaşları…” ya da “Şimdi Muazzez Türüng’den türküler. Saz arkadaşları…” diye bütün ekibi ve enstrümanları tek tek sayardı spiker. Zehra Bilir, Şükrü Tunar, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Selahattin Pınar, Vecihe Daryal, Ekrem Güyer, Aleko ve Yorgo Bacanos, Neriman Altındağ, Saniye Can, Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Gönül Söyler, Muzaffer Sarısözen, Bimen Şen, Niyazi Sayın, Semahat Özdenses, Rakım Erkutlu ve daha nice sanatçılar. Her eserin güftesi, bestecisi anılır, hatta ilk kıtası söylenir. Sonra makamlar; Uşşak, kürdilihicazkâr, nihavent, mahur, acemaşiran, rast, suzinak… Ezanın saba makamında olduğunu böyle öğrendim. Saz semaileri, taksimler, peşrevler… Bu sayede çok solist, bestekâr, şair adı öğrenirdik. Rumeli türkülerinin, şarkılarının ve Dramalı Hasan’ın yeri ayrıdır. Kırmızı gülün alı var, Dayler dayler viran dayler, Drama köprüsü, Akşam olur sabah olur yar gelmez, Vardar ovası, Baharın gülleri açtı… Bazılarında annem ya da babam hüzünlenirse, kaybettikleri bir yakınımızın sevdiği şarkı olduğunu anlardık. Arada bir nenem, “A be çucuum uyumaz mı bunnar? Bak, gene sülerler böle?” dediğinde kıkır kıkır güleriz. Bize gücenmez ama “Ahir zemaaan, ahir zemana kaldııık” diye ah ederdi güzel ninem.
– Bazılarını ben de biliyorum ama yine de bu herif bu kadar şarkıyı nerde, ne zaman öğrendi diye merak ederdim.
– İşte sırrımı faş ettim! Heyecanlanıp, işin ortasından girdim. Aslında, tohum toplamayla başlar tütün. Son yapraklar alınırken güzel, pembe çiçekler açar bir yandan. Sonra incir çekirdeği gibi minik tohuma döner o çiçekler. Annem onları bez torbada saklar. Şubat ayında tarhlara serpilir. Haftasına çatlar tohumlar. Nisan başında fide haline gelmiş olur. Şimdi yerinden çekilip tarlaya aşırılma zamanı. On, on iki bin kök. Üç kere çapası yapılır yirmi gün arayla. En kötüsü de hastalıktır. Mavi küf diye bir illeti olur. Bir tür kanser. O vakitler ilacı yoktu. Bizim tarlaya da bulaştı bir sene. On iki bin kökte, hastalık bulaşan yaprakları sıyırıp attık günlerce, ağlaya ağlaya. Yarısını kaybettik tütünün. Başka gelirimiz yok ki. Bayramlık falan alınmadı. Yağmurdan, çamurdan kurtarıp bir odaya istifleyince, derin bir soluk alırız. Artık tavlama ve balyalama başlayacak. İki kişi, bir ay bu işle uğraşır. Evin her yeri buram buram tütün kokar. Tavlanmış yapraklar, sahtiyan gibidir. Avucuna serilir böyle. Tava gelmiştir yani. Kahvelerde tütün başfiyatı tevatürlerini babamdan duyarız. Herkes tuhaf bir şekilde, umutludur gelecekten. Birileri geçen yılın çok üzerinde bir fiyat uydurur ve herkes ona inanır. İnanmak isteriz çünkü küçük hayallerimiz vardır. O fiyat olursa, babamdan hayalimizdekinin sözünü almaya çalışırız. “Durun hele! Gün ola harman ola!” Dururuz.
– Şenlikli yanları yok mu yahu?
– Olmaz mııı! Sevinir içersin, efkârlanır yakarsın. Akşam tövbe eder, sabah ararsın. Aç kalır ekmek isteyemezsin, ama utana sıkıla bu mereti istersin.
– Aaa, bi dakka! Bunun tersi de otlakçılıktır. Hatta, Esendal’ın “Otlakçı” diye çok güzel bir hikayesi vardır.
– Bak ıskalamışım onu, bulup okuyayım. Diyeceğim, tütün tiryakiliği bir vazgeçilmezi, bir tutkuyu anlama duygumuzu diri tutar. İki sigaran olsa birini tereddütsüz verirsin. Hiç tanımadığınla, bir sigaradan muhabbete girersin. Övmek için değil, tiryakiliğin bildik halleri. Bak bu da var; “laf lafı, laf tabakayı açtırır.”
– Sen söyleyince… Dedemin böyle, üstü işlemeli, parlak metal bir tabakası vardı. Sardıklarını itinayla içine dizerdi. Kuşağından çıkarıp içse de ellesek diye beklerdik. Kapağına basınca çıt diye ses çıkardı. Her gün sırayla birimiz, basmak için yarışırdık. Bir de gaz kokan muhtar çakmağı. Kızdırırsak, çakmağı çıkarır, “Bre namıssızlaa, tutarsam çükünüzü yakarın haa!” diyerek korkuturdu.
– Dede matrak, sevecen biri olmalı. Yoksa o kadar yaklaşmazdınız. Türkü söyler miydi?
– Söylerdi ama kendine. Ben kendim gülün dibinde buldum. Öyle mırıl mırıl. Gençliğinde sevdalanıp da alamadığı bir kız varmış. Adını söylemedi asla.
– Kuru kuru sevdayımış, sarardım soldum. İçli, duygulu adammış deden. Bunca sevda, bu kadar çok ayrılık türküsü kaç dilde, kaç coğrafyada vardır, merak ederim. Ayrıca, yarım insanlar ülkesiyiz biz. Hayatları çalınmış, hayalleri yarım kalmış insanların ülkesi. Darbeler, sürgünler, kıyımlar, bitmeyen iktidar kavgalarında ezilen insanların ülkesi. Aydınından, sanatçısından, işçisinden, köylüsünden, öğrencisinden korkan muktedirlerin ülkesi. İşinden atar, sürgün eder, hapiste çürütür, en olmadı kaybeder veya öldürür.
– Tütün ve siyaset… Sen şimdi bir de Tütüncüler Partisi kurarsın.
– Parti var fakat adı o değil. TKP var o zamanlar, ama illegal. Yaprak tütün, kadınların çalıştığı tütün mağazalarında işlenerek sigara haline getiriliyor. Yine de ustabaşıları erkek. İstanbul’da böyle onlarca mağaza varmış; otuz ile yüz kişinin çalıştığı. Bu işi bilenler ve de çalışmak zorunda olanlar, mübadiller. İlk sendikal örgütlenmeler de tütün sayesinde başlar. Zehra Kosova o dönemin en militan ismidir. 1930’lardaki sendikacılığı, TKP’yi, Sansaryan Han’ın polis müdürü Parmaksız Hamdi’yi Zehra abladan dinlemeli.
– Bak, bi cıgaradan nerelere geldik. Bunca derde, acıya, zulüme insan nasıl dayanır?
– Hadi şerefe… Evvel gidene, yarım kalana, acı çekene…
– Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler. Bi ufak daha? He?
Servet Şengül