Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby romanı, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının en önemli yapıtları arasında yer alan modern bir klasik olarak kabul ediliyor. İlk olarak 1925 yılında okuyucuyla buluşan kitap; fonda I. Dünya Savaşı sonrası, Amerikan’ın sosyo-ekonomik değişimlerine odaklanıyor, hikâyenin merkezinde ise bir adamın yitirdiği rüyasını anlatıyordu.
Muhteşem Gatsby, barındırdığı güçlü hikâyesi ve melodrama yakın anlatımıyla sinemasal bir anlatıma da yakın durmaktadır. Fitzgerald romanında “caz çağı”nın tüm aşırılıklarını, grotesk partilerini ve atmosferini etkileyici bir şekilde sunabilmiştir. Dolayısıyla, grotesk atmosferinin görsel inşasına da uygun bir metin olduğu söylenebilir.
Muhteşem Gatsby, bugüne kadar iki defa sinemaya uyarlanmıştır. İlk uyarlama 1974 yılında olmuş; başrolünde Robert Redford ve Mia Farrow’un oynamış, yönetmenliğini Jack Clayton üstlenmişti. Film yapımcılığı koltuğunda ise Francis Ford Coppola yer alıyordu. Gatsby’nin ikinci kez beyaz perdede yer alması ise 2013 yılında gerçekleşmişti. Filmin başrollerinde Leonardo DiCaprio, Carrey Mulligan ve Tobey Maguire yer alıyor. Milenyum uyarlamasının yönetmenliğini ise Baz Luhrmann üstlenmişti. Luhrmann’ın Gatsby uyarlamasında göze çarpan en önemli detay; hikâyedeki ihtişamlı partileri, grotesk hatta yer yer burlesque bir atmosferle vermesidir. Yönetmen, fonda caz ritimli hip-hop parçalarının yer aldığı, her türlü aşırılığın yaşandığı bir zamanı, dönemin ruhuna uygun bir şekilde temsil etmeyi başarmıştır.
Nacizane, bu okuduğunuz metinde, Gatsby’nin milenyum uyarlamasına ağırlık vermeye çalışacağım. Lakin en çok da tutkulu hatta neredeyse obsesif bir şekilde yarım kalmış hikâyesini tamamlamak için çırpınan bir adamın hayal kırıklarının başkentindeki çöküşünü ele alacağım.
Gatsby adında biri
1920’li yıllar, ABD’nin ekonomik olarak şahlanışı ve dünya siyasetinde hegomonik gücünü iyice kabul ettirdiği bir dönemdir. Ekonomik kalkınma ve refah, toplumda yeni seçkinlerin ortaya çıkmıştır. Bu vaziyet hiç şüphesiz sert bir sınıfsal ayrıma da neden olmuştur; bir tarafta ihtişamlı ve gösterişli hayatlar diğer tarafta zorlukla sürdürülen hayatlar. İşte, Muhteşem Gatsby’in hikâyesi de böyle bir dönemde geçmektedir. Hikâyeyi, yazar adayı ve aynı zamanda Wall Street’te bir takım işler yapan Nick karakteri üzerinden dinleriz. West Egg’de derme çatma bir evde yaşayan Nick’in gizemli ve herkesin hakkında farklı hikâyeler uydurduğu, zengin korunaklı şatoda yaşayan Jay Gatsby adında bir komşusu vardır. Gatsby’yi yakından gören, tanıyan neredeyse yok gibidir. Lakin, herkes onu, malikanesinde vermiş olduğu ihtişamlı partilerden tanımaktadır. Bir gün Nick, gizemli komşusundan partisi için davet alır ve o ihtişamlı malikaneye gidip Gatsby’le tanışma imkanına erişir. Jay Gatsby şık giyimli, nazik bir adamdır. Gatsby’nin Nick’i partiye davet edip onunla dost olmaya çalışmasının bir amacı vardır, o da Nick’in kuzeni Daisy’ye ulaşma amacıdır. Daisy, Gatsby’nin eski aşkıdır, kader onların yollarını ayırmıştır. Daisy, zengin birisini bulup hayatına devam etmeyi başarmıştır. Jay Gatsby’nin zamanı ise Daisy’de durmuştur. Bulunduğu konuma zorlu hayat şartlarından gelen Gatsby’nin hayattaki en büyük ideali ve rüyası ise Daisy’inin kalbini yeniden kazanabilmektir. Onun bu durumu, biraz Ulus Baker’in tarif etmeye çalıştığı durum gibidir:
İlk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve Walter Benjamin bunun karşısına “son bakışta aşk” mefhumuyla çıkmıştı. Yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. İlk bakışta aşk Spinoza’ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir “çağrışım” olarak görünüyor. Beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. Ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, var etmek isterim. Ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meylederim.
Lakin, bazı hikâyelerin kaderi yarım kalma üzerinedir. Geçmişi geri almaya çalışmak çoğu zaman beyhude bir çaba gibi görünür ama bu hayatta birisine inanmak hem de yürekten inanmak, sevmek; işte bunu yapabilen çok az kişi vardır. Gatsby de zaten bu yüzden “Muhteşem” biridir. Tıpkı Murakami’nin 1Q84’de dediği gibi: “Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir…”
Hayal kırıklığına uğrayanlar
Muhteşem Gatsby, bir taraftan kırık bir aşk hikâyesi anlatıyor gibi görünse de, kahramanın yaşadığı hayal kırıklığını “Amerikan Rüyası”nın çöküşüne de bağlayanlar mevcut. Dönemin, bireyci, bencil ve sadece kazanmak odaklı hayat tarzının karşısında ideallerinden, tutkularından vazgeçmeyen bir adam olarak Gatsby, afilli kaybeden portresi çizmektedir. Diğer yandan, sıkı bir Muhteşem Gatsby hayranı olduğunu bildiğimiz Haruki Murakami, kitapla ilgili şunları söylemişti: “Kitap bir rüya hakkında ve rüya hayal kırıklığına vardığında insanların nasıl davrandıkları hakkında.”
Şahsen ben de Murakami’nin yorumuna yakın durmaktayım. Rasyonalize edilmiş hayatlarımızda, birini dünyevi bir inançla sevmenin yeri yoktur. Halbuki Ulus Baker, saf sevgide bir inanç gizli olduğunu söyler:
Böylece sevgi bir inançtır. İnanç dış bir nesnenin fikrini gerektirir ve içerir. Başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. Ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. Gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki “bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret…”
Gatsby’in de bu hayatta inandığı tek varlık Daisy’dir. Sonsuz bir umutla onu yeniden kazanabilmek için uğraşır. Herkesin sonsuz bir arzuyla sınıf atlamaya, zengin olmaya çalıştığı bir dönemde, o sadece Daisy’e ulaşabilmek için tüm bu sahte şatafata katlanmaktadır. Gatsby’nin çabası, akıllara İlhan Berk’in “Ağaçlardan Arkadaşlarım Oldu” şiirinde dediğini getirir ister istemez: “Ben senin gözlerine dönmek istiyorum. Sonra da… Sonra diye bir şey yoktur. Tarih dışıdır, sonra.” Sırf onu yeniden görebilmek için çabalar, partiler düzenler, yine sırf onun oturduğu evin ışığını görebilmek için yakınına taşınır. Daisy’nin evinin önündeki iskelede yanıp sönen yeşil ışık yanmaya çalıştığı sürece umuda da taze kalacaktır. Lakin, tek taraflı aşk bir dengesizlik yaratır. Ortaçgil’in dediği gibi aşk “dengeye dönüşen bir sevgiye” muhtaçtır. Dolayısıyla, burada her daim bir eksiklik ve yarım kalmışlık hakim olur. Üstelik taraflardan birisi yoluna devam eder, diğer taraf ise çaresizlik içerisinde sevgisine bir yanıt bekler. Bu tip hikâyelerin de sonu bellidir zaten.
Gatsby, bu sahte değerler dünyasında, gerçekten ve samimi bir şekilde birine, bir şeye inanç besleyen tek kişidir. Belki de bu yüzden yine en çok “muhteşem” sıfatını hak ediyordur.
Can Öktemer
Yazı için teşekkürler. Yalnız bir hususun düzeltilmesi gerekiyor.
Gatsby iki defa değil dört defa sinemaya uyarlandı. İlki yanlış hatırlamıyorsam 1926’daydı ki bu filmden bugün elde sadece birkaç dakikalık bir bölüm bulunuyor.
İkincisi 1949 tarihli. Baş rollerde Alan Ladd ve Betty Field var. Alan Ladd için the greatest Great Gatsby denir.
Son ikisinden yazıda söz ediliyor.
Birkaç dakikalık sessiz film dahil bütün filmleri izledim. Naçizane fikrim filmlerin bütçesi ve sergilenen zenginlik giderek artarken sinemasal kalitenin düşmüş olduğu yolunda.
Yine de son sahnenin yorumlanmasında Mia Farrow’lu film galiba daha iyiydi.
DiCaprio’nun iyi oyunculuğu bence filmi kurtarmaya yetmemiş. 1920’lerin atmosferinin verilemeyişi yetmiyormuş gibi bir de Yahudi’yi Japon yapma soytarılığı, yağcılığı, korkaklığı var.
Katkı için teşekkürler Fehmi abi. Yazara ileteceğiz.