
BİR
Kötü alışkanlıklarımdan biri de sabahları uyanır uyanmaz (alarmı on dakika ileri attıktan sonra) sosyal medyaya şöyle bir göz atmaktır. Uyanır uyanmaz sigara yakmaktan iyidir, diye avutuyorum kendimi. Birkaç yıl olmuştur, sabah yine bu kötü alışkanlığımın pençesindeyken sağlık emekçisi ve öykücü arkadaşım Deniz Faruk Zeren’in bir tweet’ine rastladım: “Şilili bir hasta geldi. İletişim kuramadık tabii. Baktım olmuyor, dedim Pablo Neruda. Teyzenin gözleri parladı, Pablo Neruda dedi gülümseyerek…”
Bir başka kötü alışkanlığım da kitapperestliktir. Kitabı bir nesne olarak da seviyorum. (Seviyorum Hakim Bey, lanet olsun seviyorum!) İşte bu yüzden, bu illetten mustarip olanların bileceği üzere, bazen kütüphanemdeki kitapları kurcalar dururum. Unuttuğum bazı kitaplara rastlarım böylece, sohbet etmek için beni bekler gibidirler sanki (illet diye boşuna demedik). Bu keşifler sırasında çok eskiden alıp okuduğum bazı kitapları tekrar görüp hayretle hatırlarım; altını çizdiğim satırlara, dizelere, yazdığım derkenarlara ise daha büyük bir hayretle bakarım.
Deniz’in twitter’da yazdıklarını okuyunca bir süre önce bir kütüphane düzenleme seansımda karşılaştığım Saf Şiir Yoktur düştü aklıma. Broy Yayınlarından çıkan bu kitapta Mayakovski, Eluard, Aragon, Brecht ve Neruda’nın şiir üzerine yazıları, konuşmaları, notları derlenmiş. İç sayfaya “Dikili/2001” ve “Saf şiir olmaz. Şiir dediğin mürekkeple yazılır…” diye not düşmüşüm kurşun kalemle. (Nur içinde yat Can Baba!)
İşte bu kitaptaki yazılardan birinde, Eser Yalçın’ın çevirdiği Şiirin Gücü başlıklı yazıda, Pablo Neruda birkaç hikaye anlatır. Adı üstünde, şiirin gücünü gösteren, Neruda’nın bizzat başından geçmiş olaylardır bunlar: Hamalların sendika binasında Yürekteki İspanya kitabından (ki Neruda, anlaşılması kolay olmayan bir kitabı olduğunu belirtir) şiirler okudukça bu kaba saba, yamalı iç gömleklerle oturmuş adamlar gözyaşlarını tutamazlar. Toplantı salonuna geldiğinde birkaç şiir okuyup ayrılmayı düşünen Neruda, bir saati aşkın süre şiirler okur ve bu adamlar onu dikkatle ve müthiş etkilenerek dinlerler.

Bir başka hikaye de şu: Epey gençtir. Tarih belirtmiyor Neruda ama Alacakaranlık adlı ilk kitabının henüz basıldığını söylüyor. Demek ki şairimiz yirmisinde ya var ya yok, bu olay vuku bulduğunda. Bir gece, birkaç arkadaşıyla birlikte “aşağı düzeydeki” kabarelerden birine giderler. Alkol, tango ve tıpkı kitabının adı gibi, alacakaranlık bir ortam vardır mekanda. Birdenbire iki tane belalı tip piste atlar ve kavgaya girişirler. İnsanlar rahatsız olmuştur ve fakat kimseden çıt çıkmamaktadır. Bizim tıfıl Pablito öne çıkar ve şöyle bağırır: “Aşağılık kabadayılar, et kafalı maymunlar, alçak sefiller, buraya dans etmeye gelen insanları rahatsız etmeyi kesin, iki paralık maskaralık seyretmeye gelmediler!” Bu tür durumlarda hep olduğu gibi, önce Neruda’ya gizli-açık bir sempati dalgası ulaşır çevreden; hatta dansçı kızlar, Neruda’nın demesine göre “istekli istekli” bakarlar şairimize. Fakat bu arada, bu iki serseriden biri diğerini yere yıkar ve bu sempati dalgasından o da yararlanmaya çalışır. Nedir, bizim Pablito yürek yemiş olmalı ki ona da siktiri çeker: “Defol buradan! Sen de ondan iyi değilsin!”
İşte bunun üzerine, bu muzaffer serseri Neruda’nın karşısına geçer ve onu çıkışta beklediğini söyler. Timur karşısındaki Nasrettin Hocanın başına gelen Neruda’nın da, elbette, başına gelecektir. Kendi arkadaşları dahil kimse görünmez ortalıkta, herkes arazi olmuştur. Az önce herkesin kahraman muamelesi çektiği şairimiz, bu serseriyle rûberû kalmıştır ortada.
Serseri, Neruda’yı kuytuya çeker. Neruda, adamın kendisine “geyik yavrusuna bakan bir kaplan” gibi baktığını görür. Dedik ya, Neruda tıfıldır, çelimsizdir, zayıftır. Adamı itmeye çalışır ama herifçioğlu milim kıpırdamaz yerinden. Fakat o an bir şey olur. Neruda’nın yumrukları değil sözcükleri kurtaracaktır onu.
Serseri birden “Siz şair Pablo Neruda mısınız?” diye atılır. Bundan sonrası dans, renk, halay! Herif bizim şairi tanır, sevgilisini şairimizin şiirlerini ezberden okumakla tavlamıştır. Pablito’ya bir hürmet ki o kadar olur. Fakat bu sırada, evvelce korkup kaçmış olan şairimizin arkadaşları, meğer karakola koşmuşlar bu arada, polislerle geri dönerler. Neruda, usulca sıvışır o mezbelelikten. Herif hala Neruda’nın dizelerini döktürüyordur arkasından. Şöyle bitirir anısını koca şair: “Şiire yenilmişti.”
İKİ
Bu bir Neruda yazısı olacak madem, şairin hiç aklımdan çıkmayan iki dizesini de yazmam farz oldu, Sorular Kitabı’ndan:
“Doğru mu yasın geniş ve
karasevdanınsa dar kalçalı olduğu?”
Ve bir tane daha:
“Pablo Neruda adını taşımaktan saçma
başka bir şey olabilir mi bu dünyada?”
İspanyolca yazan başka bir şairin, Endüslü Lorca’nın ne dediğini bilirsiniz:
“Burada bu ikindi sazlıklarında
Ne garip Federico adında olmak.”
Garip, saçma, tuhaf… İnsanların ve dahi her şeyin bir adının olması hakikaten tuhaf. İlhan Berk “adlandırmak ölümdür” der, doğru der.
Biz Neruda’ya dönelim. Şairin gerçek adının “Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto” olduğunu biliyor muydunuz?
Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto, henüz 14 yaşındayken bir şiir yarışmasına katılmaya niyetlenir. Ne ki babasından korkmaktadır. Çünkü Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto’nun muhterem pederi, oğlunun bu şiir zırvalıklarıyla uğraşmasını istemiyordur. Bizde de çok söylenir ya: “Oğlum önce üniversiteye git, mesleğini eline al, altın bileziğini tak. Sonra şiir mi yazacaksın, tiyatro mu oynayacaksın, ney mi üfleyeceksin… ne yapacaksan yap!” Tabii yazarlık, şairlik hobi olarak yapılacak uğraşlar değildir ama ebeveynler bu bilgiyi görmezden gelmeyi severler. Evrensel ebeveynlik mizacı bunu gerektirir.
Neruda, işte bu kıstırılmışlık içinde kara kara düşünürken çözümü bir dergide rastladığı hikayede bulur. Hikayenin altında Çek şair ve yazar Jan Neruda’nun imzası vardır. Ampül yanar: Müstear isim kullanacaktır Ricardo Eliécer Neftalí Reyes Basoalto. Böylelikle babası da duruma uyanmayacaktır.
Pablo ismi İspanyolcada Ahmet, Mehmet gibi sık rastlanan bir isim olsa gerek, onu da kendi uydurur ve geçici olarak Pablo Neruda ismini kullanmaya karar verir.
Pablo Neruda ismi, bırakın geçici olmayı, ölümsüz olup çıkmıştır!
ÜÇ
Saf Şiir Yoktur kitabına geri dönelim mi?
Eleştirmenler Acı Çekmelidir başlıklı denemesinde, kendisini mutlu olmakla itham eden bir eleştirmene yanıt olarak şunu yazar Neruda: “Ona göre, içimdeki mutluluk şiirimi zayıflatıyormuş. Bana acıyı salık veriyordu. Bu teoriye göre apandisit en yetkin nesri yaratmalıdır; karınzarı iltihabının da kimi yüce şiirler yaratması mümkündür.”
Ve ekler: “Elimdeki gereçlerle, beni oluşturan tüm materyalle çalışmayı sürdürüyorum. Duygular, varlıklar, kitaplar, olaylar ve çatışmalarla karnımı doyuruyorum. Tüm dünyayı yutmak isterdim. Tüm denizi içmek isterdim.”
İnsanı tüm denizleri içmek istemeye götüren bu duygu durumunu birçok iyi şair, yazar ve sanatçıda görebilirsiniz. Kişiye coşkulu bir yaşamı getirirken beraberinde yanlışlar yapmaya da götürebilen bir yaşama hırsıdır bu. Korkunç güzeldir. Korkunçtur ve güzeldir. Korkunçtur ve fakat güzeldir de.

Tüm dünyayı yutmak isteyen, tüm denizleri içmek isteyen deyince insanın aklına hemen başka bir şair geliyor: Nazım.
Neruda, dostu Nazım’ın ölümünün ardından yazdığı “Güz Çiçeklerinden Nazım’a Bir Çelenk” adlı şiirinde şöyle yazar:
“Niçin öldün Nazım?
Ne yaparız şimdi biz
şarkılarından yoksun?
Nerde buluruz başka bir pınar ki
orda bizi karşıladığın gülümseme olsun?”
DÖRT
Lisedeydik. Üç çok iyi arkadaştık. Birimiz tiyatro meraklısıydı, üçümüz de şiiri çok seviyorduk. Tiyatroya meraklı olanımız, bir gün elinde fotokopilerle geldi: “Bu oyunu üçümüz oynayacağız, hem de Asklepion tiyatrosunda!” Oyunun adı Ateşli Sabır idi. Büyük şair Pablo Neruda’nın hayatından kurgusal bir kesiti canlandıracaktık. Tabi olmadı o iş, o oyunu hiç oynayamadık, gençlik işte! Bizim oynayamadığımız oyunun filmini çektiklerini çok sonra öğrendim: Il Postino (Michael Radford, 1994). Çok sıcak bir hikaye anlatır Postacı filmi. İtalya’nın sevimli, küçük bir balıkçı kasabasında sürgüne gönderilen Pablo Neruda ile ona mektuplarını getiren postacı Mario’nun hikayesi. Bu iki adam arasında zamanla güzel bir dostluk oluşur; Postacı Mario, büyük şairin şiirlerinin gücü ve Neruda’nın dostluğu sayesinde sevdiği kadına kavuşur.
Çünkü şiir onu yazana değil, ihtiyacı olana aittir.

Hamiş: Postacı Mario’yu canlandıran Massimo Troisi, filmin çekimlerinden dolayı kalp ameliyatını ertelemiş, filmin çekimleri bittikten yaklaşık on iki saat sonra bu sefer film icabı değil, hakikaten ölmüş. Kalp krizinden.
BEŞ
Şili’de Gizlice / Miguel Littín’ín Serüveni, Marquez külliyatının en önemli parçası olmayabilir. Ve fakat Gabo’nun gazeteciliğiyle yazarlığını birlikte konuşturduğu bir kitap bu: Şilili yönetmen Miguel Littin, Pinochet’nin Moneda Sarayını yerle yeksan ederek yönetime el koyduğu 11 Eylül 1973’ten sonra çok sevdiği ülkesini terk ederek sürgün yaşamına antresini yapar. On iki yıl sonra, 1985 güzünde, sahte bir kimlikle ve tanınmamak için sakalını keserek, ağır makyajlar yaparak ülkesine geri döner. Amaç, Pinochet yönetimi altındaki ülkesini filme çekmektir. Bir meydan okumadır bu. Üstelik toplumsal olduğu kadar bireysel bir meydan okuyuştur. Çünkü Littin, ülkeye girişi yasak olan Şilili aydınlardan biridir. Miguel Littín ülkesinde iki ay kadar kalıp metrelerce film (25 saat) çektikten ve türlü badireler atlattıktan sonra, sürgün evi olan Madrid’e sağ salim dönmeyi başarır. Burada Marquez’le görüşürler. Marquez tüm macerayı Littín’in bizzat kendisinden dinler, saatler süren kayıtlar alır Ve yönetmenin ve Şili’nin başından geçenleri Miguel Littín’in ağzından ama elbette kendi üslubuyla yazar.
Ve fakat biz burada kitabın Neruda ve Salvador Allende’nin anlatıldığı “Hiç ölmeyecek iki ölü: Allende ve Neruda” başlıklı bölümüne el atacağız ey okur!

Burada Gabo, Miguel Littin’in ağzından Neruda’nın bir balıkçı köyü olan Isla Negra’daki evini anlatır:
Neruda’nın okurları Isla Negra’daki eviyle şiirleri arasında bağlantı kurarlar. Şair öldüğünde ancak sekiz yaşında olan yeni kuşaktan hayranları burada toplanmayı sürdürüyorlar. Dünyanın her yanından kalkıp gelen bu insanlar, girişi engelleyen tahta çitin üzerine içine adlarının baş harflerini oturttukları kalpler çiziyor, aşk mesajları yazıyorlar. Bu yazıların çoğu aynı izleğin değişik çeşitlemeleri: “Juan’la Rosa birbirlerini Pablo sayesinde seviyor.” “Bize aşkı öğrettiğin için teşekkürler Pablo.” “Biz de senin sevdiğin kadar sevilmek istiyoruz.” Ancak, carabinero’ların ne yazılmasını önleyebildiği ne de silebildiği yazılar da var: “Genareller: Aşk asla ölmez.” “Allende ile Neruda yaşıyor.” “Bir dakikalık karanlık bizi kör etmez.” (…) On on beş dakikada bir hissedilen sarsıntılar yüzünden oradaki sözcükler sanki canlılık kazanıyordu. Çit, yerden kurtulmak istercesine hareketleniyor, tahtaların birleşim yerleri gıcırdıyordu, akıntıya kapılmış bir teknede olduğu gibi bardak ve meral tıngırtısı duyuluyordu, sanki bütün dünya o evin bahçesine ekilmiş o aşkların karşısında titriyordu.
Bugün artık bir müzeye dönüştürülmüş olan Neruda’nın evi, Pazartesileri hariç ziyaretçilere açık (Öğrenci 2,500 Şili Pesosu, Tam: 7,000 Şili Pesosu). Bu müze-ev’in bulunduğu köyün adını da Neruda’nın verdiğini de söyleyelim. Eski adı “Martılar” anlamına gelen “Las Gaviotas” imiş; ada olmamasına rağmen Neruda buraya “Kara Ada” anlamına gelen “Isla Negra” dermiş. Sonra da böyle anılır olmuş.
Marquez’in yazdığı zamanlarda on beş dakikada bir deprem oluyormuş Kara Ada’da. Sarsıntılar halen devam ediyor mu bilmiyoruz.
ALTI
Film, yönetmen filan deyince… Pablo Neruda’nın büyüfenerdeki temsillerinden birini anmazsak olmaz. No filminden bildiğimiz Şilili yönetmen Pablo Larraín’in Neruda filminden bahsediyorum. Tabii bu filmdeki Neruda’nın Postacı filmindeki bilge, olgun Neruda ile ilgisi yok. Bu filmdeki Neruda’yı sevmek biraz zor. Karakterin iticiliği had safhada. Bencil, ego dağlarından inmeyen bir Pablo Neruda’yla karşı karşıyayız bu filmde. Fakat hey, film izliyoruz burda, Neruda’yı mitleştirme yarışması oynamıyoruz. Hem filmin Neruda’sıyla gerçek Neruda arasındaki tutarsızlıklar çok başka bir konu.

Pablo Larraín epey farklı biçim denemelerine girerek anlatmış hikayeyi. Neruda’nın 1947-1949 yıllarında, kendi ülkesinde kaçak yaşadığı dönemine odaklanan bu hikayedeki aslan payı, şairimizin peşinde olan takıntılı dedektif Oscar’ın. Gael García Bernal’in canlandırdığı Oscar karakterinin dönüşümü olarak da izleyebilirsiniz filmi; Neruda’nın peşinde koşarken kendisiyle yüzleşip polis Oscar’dan halkın çocuğu Neruda’ya dönüşmesinin hikayesi olarak…
YEDİ
Samim Kocagöz’ün anılarını okuyorum bu aralar. Samim Bey çocukluğundan, memleketi Söke’den açarak başlıyor anılarına. Nedir, başka yazarları anlattığı kısımlar daha fazla ilgimi çekti benim. Bilhassa Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’le olan biraz tatsız anılarını Dünlüklerin birinde yazarız elbette.
Aynı dönemde yaşamış ve yazmış yazarların birbirleriyle ilişkisi tuhaftır. Övme, görmezden gelme, itişip kakışma, kıskançlık, barışma, yeniden küsme… 32 kısım tekmili birden. (Tür: Korku, gerilim, komedi. IMDb: 8,4)
Can Yayınları’nın sitesinden görüp not ettiğim bir söyleşide Neruda’nın Borges hakkındaki düşünceleri de bu minvalde okunabilir. “Borges’in yazdıkları için ne düşünüyorsunuz?” diye soruyorlar Neruda’ya. El cevap:
Borges büyük bir yazar, müthiş! İspanyolca konuşan tüm halklar Borges’in varlığından onur duyuyorlar. Özellikle de Latin Amerikalılar. Çünkü Borges’ten önce Avrupalı yazarlarla karşılaştırılacak pek az yazarımız vardı. Büyük yazarlarımız vardı, ama Borges gibi evrensel bir yazara pek az rastlanıyordu. Onun en büyük olduğunu söyleyemem, ama Avrupa’nın dikkatini ve entelektüel merakını bizim ülkelerimize yöneltmesini sağlayan o oldu. Bütün söyleyebileceğim bu. Herkes Borges’le kavga etmemi istiyor diye onunla kavga edecek değilim. Eğer o bir dinozor gibi düşünüyorsa, bunun benim düşüncemle bir ilgisi olamaz. Ben onun modern dünyada olup biten hiçbir şeyi anlamadığını düşünüyorum, o da benim hiçbir şeyi anlamadığımı düşünüyor. Demek, anlaşıyoruz.
Ah şu yazar milleti! Birbirlerini severken bile hoyratlar; sevmezken bile ince görürler.
SEKİZ
Büyük şair hakkındaki bu dağınık ve “saçma” notlarımızın sonuna geliyoruz. Geliyoruz ya, bir not daha eklemenin kimseye zararı olmaz. Yazının başında bahsettiğimiz “Şiirin Gücü” başlıklı yazının bir kısmını Mustafa Ziyalan da çevirmiş. Orada şöyle diyor Neruda:
“Ne çok sanat eseri… Dünyada artık daha fazlasını alacak yer yok… Odaların dışına sarkmak zorundalar… Ne çok kitap… Ne çok kitapçık… Kim tümünü okuyabilir? Yiyecek olsalardı… Bir büyük açlık dalgasında, bir salata yapsaydık, onları doğrayıp üzerlerine mayonez gezdirseydik… Yetti artık… Tahammülümüz kalmadı… Dünya bir kitap selinde boğuluyor…”
Üstat bugünleri görseydi bu işin salatayla çözülmeyeceğini, çok büyük keşkek kazanlarına ihtiyacımız olduğunu muhakkak anlardı.
DOKUZ
Pablo Neruda’nın ölüm yıl dönümü vesilesiyle hazırladığımız bu notları, şairin bir şiiriyle bitirelim biz. (Hilmi Yavuz çevirisiyle) Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim şiiriyle:

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Şöyle diyebilirim: “Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler”
Gökte gece yelinin söylediği türküler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler
Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler
Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler
Sevgim onu alakoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler
Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler
Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
Bakışlar sanki onu bana getirecekler
Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler
Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler
Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler
Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer
Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler
Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler
Ruhu şad olsun!
Onur Çalı