Alâ el-Asvânî’nin 11.11.1998’de el-Ehâlî gazetesinde yayımlanan yazısı. Yazarın aynı başlığı taşıyan ve 2010 yılında yayınlanan kitabı, 1997-2007 yılları arasında farklı gazetelerde yer alan kimi yazılarını içerir. Asvânî, gazetelerdeki bu ve buna benzer içerikli yazıları sebebiyle, kimilerince, 2011 yılında Hüsnü Mübarek’e karşı ayaklanan Mısır halkının ya da “Mısır Baharı”nın önderlerinden biri olarak görülür.

Birkaç yıl önce meydana gelmişti anlatacağım şu olay: Öğle vakti Talat Harb Caddesi’nde yürüyordum. Hava olabildiğine sıcaktı. Cadde, aşırı kalabalıktan dolayı ilerleyemeyen araba yığınlarıyla dolmuştu. O anda üst rütbeli bir polis memurunun bir taksi şoförüne doğru yaklaştığını gördüm. Aralarında bir şeyler olup bitiyor ancak onları duyamıyordum. Polis memuru birden küplere binip şoförün suratına şiddetli bir tokat patlattı. Şoför itiraz edip bağrınmaya, memurun darbelerini engellemek için umutsuzca ellerini kendisine siper etmeye başladı. Polis memuru çıldırmıştı adeta; şoförün yüzüne ve kafasına, ağzı burnu kan içinde kalıncaya dek peşi sıra şiddetli yumruklar indirdi. Sonra da onu tutup taksiden çıkarttı ve dövmeye devam ederek sokakta sürüklemeye başladı. Kendimi kendiliğinden oluşuveren kanlı bir alayın arkasında yürürken buldum; yoldan geçenlerin bazıları da beni takip ediyordu. Memur, civardaki polis karakoluna geldiğinde şoförün kana bulanan gömleğinden tutarak karakolun kapısında durdu ve olayı izleyen biz seyircilere dönerek küçümser bir tavırla bağırdı:

“Var mı aranızda tutanakta aleyhime şahitlik edip erkeklik taslamayı düşünen?!”

Memur, meydan okuyan gözlerle bizi süzmeye başladı. Bekleyenler hemen hemen on kişiydi ve çoğunun görünümü de fakir olduklarını işaret ediyordu. Uzakta, bekleyenlerin arasından belli belirsiz kınama mırıltıları duydum ancak hemencecik yatıştı, hepimizin üzerine ağır bir sessizlik çöktü. Başka bir memur da bekleyenleri zorla dağıttı:

– Haydi… Dağılın… Haydi…

Ve hepimiz utanmışçasına şaşkın, ağır adımlarla uzaklaştık. Yanımdaki yaşlı bir adam “Allah, zalimin cezasını versin,” dedi. Birkaç saniye sonra her birimiz kalabalığın içinde kaybolup gitmiştik. Buhran ve acizlikle örtülü acı duygular tünedi üstüme. ‘Neden memura bir karşılık vermedim?!’ diye soruyordum kendi kendime.

Hepimize hakaret etmiş, erkekliğimize meydan okumuştu. Aslında ben, o memura bir karşılık verseydim muhtemelen diğerleri de cesaretlenip haksızlığa karşı bir direnç gösterirdi. Eve varır varmaz oturup el-Ahrâm gazetesinin okur köşesine uzunca bir yazı yazdım; olayı en ince ayrıntılarıyla anlattım. Açık bir şekilde ismimi yazıp bir soruşturma kurulunun önünde şahitlik etmeye hazır olduğumu belirttim.

Üzerinden haftalar geçti ama el-Ahrâm, yazımı yayınlamadı. Sonra diğer haftalar… Benim de aklımdan silinip gitti. Olay sadece şu soru sorulduğunda dönüp dolaşıp aklıma geliyordu: “Mısırlılar neden devrim yapamaz?”

Doğrusu Mısır’da var olan adaletsizlik, yolsuzluk ve despotizm, başka bir ülkede on tane devrimin patlak vermesi için yeterlidir. Öyleyse bizim ülkemizde insanlar neden devrim yapamaz?! O gün, polis memurunun karşısında bekleyen insanların yüzlerini hatırlıyorum… Her şeyi idrak edebiliyorlardı; kalpleri acı ve öfkeyle doluydu ama yine de fırtınanın dinmesine kadar her şeyi sineye çekmişlerdi. “Korkak oldukları için mi acaba buna boyun eğmişlerdi?!” Hayır, aslında; onlar sadece Mısır’da bir polis memuruna meydan okumanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Darp, hapis ve yargısız infaz; bu insanlar zaten romantik savaşları göze alamayacak kadar fakirler. Onlar zaten her sabah şiddetli, acı bir savaşta çarpışıyorlar; kendileri ve çocukları için kalan son lokmayı kapma uğraşındalar.

Mısırlıları protestodan dahi alıkoyan şey, onların acı deneyimleri ve bir reformun olabileceğine dair ümitsizlikleri aslında. Gerçekte Mısırlılar, otoriteden olabildiğince uzaklaşabilirler. Onu yok sayabilirler, sorunlarına zaman zaman tahammül edebilirler ve kendi aralarında onunla alay dahi edebilirler; sonra da ondan uzakta kendilerinin küçük, gerçek dünyalarını kurarlar: Çalışıp kazanırlar, evlatlarını büyütüp yetiştirirler ve bazı küçük zevklerin tadını çıkarırlar. Açıkçası bir Mısırlı, onu kimin yönettiğini çok da umursamaz. Çünkü ona kendi yöneticilerini seçmek için hiçbir zaman izin verilmez. Çünkü (biliyordur ki) yöneticilerin çoğu gırtlaklarına kadar adaletsizliğin ve yolsuzluğun içine gömülmüştür. Mısır’da bir elin parmaklarının sayısını geçmeyecek kadar az devrim meydana gelmiş olsa da bu devrimlerin zamanında insanların kendisine bel bağladığı, onlara umut vadeden ve önderliğinde zulme karşı ayaklanabilecekleri gerçek, samimi bir lider hep var olmuştu.

Sa‘d Zaglûl, Mustafa en-Nahhâs ve Cemâl Abdunnâsır önderliğindeki devrimler işte böyle patlak vermişti. Hatta Mısırlılar, 1973’teki savaşa girerken Enver Sedat’ın etrafında da böyle toplanmıştı. Zira o da Sedat’ın İsrail’le yaptığı barış ile noktalandı. Şimdilerde Mısırlılar tekrardan geri dönüp kendi kabuklarına çekildiler ve artık olayları uzaktan izlemekle yetinmekteler.

“Frenler”i Koruma Yüksek Komisyonu

Sir Winston Churchill, II. Dünya Savaşında İngiltere’yi zafere taşımış, bunun sayesinde ülke tarihinde ve halkının vicdanında önemli bir yer edinmişti. Bu konumuna rağmen Winston Churchill, savaştan hemen sonra 1945 yılında yapılan ilk genel seçimlerde başbakanlık unvanını Clement Attlee’ye kaptırdı. Bunun nedeni ise İngiliz kamuoyunun, Savaş Bakanlığı’nın misyonunu tamamlamış olduğu ve savaş sonrası inşa döneminin yeni beyin ve düşüncelere ihtiyaç duyduğu hususundaki tutumuydu. Churchill’in seçimlerdeki bu mağlubiyeti, İngilizlerin nezdinde onun itibarını hiçbir şekilde azaltmamış hatta 1953 yılında İngiltere Kraliçesi tarafından kendisine “Sir” unvanı verilmişti. 1965 yılında vefat ettiğinde ise resmi düzeyde şaşalı bir cenaze töreni düzenlendi. Yetkililer, tam Churchill’in cenazesinin dışarıya çıkarıldığı saatte meşhur Big Ben saatini durdurmuşlar, bunun “büyük ulusal liderin ölmesiyle İngiltere’nin de zamanının durduğu” anlamına geldiğini dile getirmişlerdi.

Ben de şimdi burada Sir Winston Churchill ile bizim Ulaştırma Bakanımız Mühendis Süleyman el-Mütevellî arasında bir karşılaştırma yapmak istiyorum. (Ne karşılaştırma ama!) Bu isimlerden birincisi, büyük bir savaşı kazanmış ama koltuğunu kaybetmişti; ikincisi ise kendisinin kutlu ve bir o kadar bahtlı döneminde yüzlerce yolcunun yaralanmasına ve ölmesine yol açan sayısız ulaşım felaketine rağmen yirmi yıldır görevini sürdürmekte. Bu ikisi arasındaki fark, aslında demokrasi ile diğer sistemler arasındaki farkın ta kendisi. Demokratik sistemdeki vekiller, bizzat seçilmiş politikacılardır; Mısır’daki vekiller ise Başkanın, kendisinden başka kimsenin bilmediği sebeplerle görevlendirdiği ve istediği anda koltuğunu elinden alabileceği üst düzey yetkililerden başka kimseler değildir. Bundandır ki Mısırlı vekil, hiçbir şekilde kamuoyunun görüşünü umursamaz. Onun önemsediği tek şey, Başkanın memnuniyetidir. Öyle ki bizim vekillerin Başkanın bilgeliği, büyük önderliği ve isabetli rehberliği hususundaki tartışmalarda nasıl abartılı konuştukları görülür. (Tüm alanlarda… Ekselansları!) Başkan ayağa kalkınca vekillerin de kalktığı, oturduğunda vekillerin de oturduğu, başkanın aklına gülümsemek gelirse ya da azıcık neşelense vekillerin nasıl ağız dolusu güldüğü görülür. Böyle vekillerin akıl kârı bir iş yapmaları, sorumluluklarındaki hata veya yanlışları beyan etmeleri mümkün değildir. Kafr el-Dawar treninde yaşanan son felaket, demokratik bir ülkede tüm hükümetin feshedilmesi için yeterli bir sebeptir. Peki ya bizim ülkemizde? İşte orada durun!

İnsanların tümü onun yüzünden ölecek olsa da Ulaştırma Bakanı makamında oturmaya devam edecektir. Hali hazırda Bakan, felaketin başından beri suçu üstüne atacağı bir sorumlu bulma hususunda kararlıydı. Demiryolları Kurumu Müdürü’nü endişelendiren şey de aynıydı. Öyle ki talihsiz makinistin treni hızlı kullandığı, kalp hastası olabileceği, ilaç ya da alkol aldığı ihtimalleri üzerinde duruyordu. Sonradan bunların hepsinin yanlış olduğu kanıtlandı. İşin sonunda yetkililer, felaketin sorumlusunu ortaya çıkartacak hiçbir şey bulamadı. Kurban dışında! Söylediklerine görekurban, vagonların üzerinde bulunan acil durum frenleriydi.

Yetkililer, trenin üstünde kaçak bir şekilde yolculuk eden vatandaşların, Mısır’daki tren kazalarının tümünden sorumlu olduğunu, öyle ki bu kaçak, yaramaz yolcuların parmaklarıyla sürekli olarak acil durum frenleriyle oynadıklarını, frenlerle bu şekilde oynamanın, son olarak Kafr el-Dawar’da olduğu gibi treni hemencecik rayından çıkarıp bütünüyle istasyonun dışına fırlattığını ve trenin (frenleriyle oynanan bu oyunun) sokakta yürüyenleri ezip geçtiğini iddia ediyorlardı… Ve bundan dolayı yetkililer, sorumsuzca kurcalanmalarına karşı frenleri korumanın önemini vurguluyorlardı. Dolayısıyla frenleri korumanın yollarını araştırmak ve bunlarla oynamaya teşebbüs edecekleri cezalandırmak amacıyla hemencecik bir Yüksek Mühendislik Komisyonu kuruldu. Komisyon, sorunun frenlerde değil, frenlerle oynayan insanlarda olduğu hususunda karara (çok derin ve bilgece bir karar olduğunu düşünüyorum) vardı. Ayrıca sorumluların bin cüneyh para cezası ve en az üç yıl olmak kaydıyla zorunlu hapis cezası ile yargılanmasını içeren bir kanunun hazırlanması için Meclis’e çağrıda bulunuldu. Sonuç olarak ben de burada sözlerimi, Frenleri Koruma Komisyonu’nun üyelerine yöneltip kendilerine, bu işi ortadan kaldırmanın kesin bir sonucu olarak gördüğüm basit, bilimsel bir öneri sunacağım.

Kanımca, Mısır’daki tüm tren vagonlarının üstlerinin, makinistin herhangi bir anda küçük bir düğmeye basarak aktif hale getirebileceği elektrikli tellerle donatılması, böylece yaramaz yolcuların tümünün elektrik akımına kapılması bu işin kesin çözümü olur. Yok, eğer bu öneri uygulamaya sokulmazsa o zaman Silahlı Kuvvetlere bağlı özel keskin nişancı ekibinin kullanılması daha uygun olacaktır. Keskin nişancılar, tren istasyonlarının girişlerinde konumlanır, tren hareket eder etmez vagonların üstünde beliren yaramaz yolcuları tek tek indirerek hepsini öldürür… Böylece bu yaramaz yolcu problemi de ortadan kalkmış olur.

Çok yaşa Frenleri Koruma Yüksek Komisyonu…

Çok yaşa Ulaştırma Bakanı Mühendis Süleyman Mütevelli…

(Allah yardımcın olsun Mısır.)

Alâ el-Asvânî

Arapçadan Çeviren: Zafer Ceylan