7.Eylül.19
Yalan yok (yalan var da denemeci, günlükçü, burada dünlükçü, yalan söylerse ortada ne deneme kalır ne dünlük), Nina Berberova’nın Eşlikçi Kız’ına bizim “Edebiyattan Sinemaya” köşesi için bir yazı döşenirim umuduyla başladıydım. Heyhat, bu novelledan (uzun öyküden?) uyarlanmış filmi bulup izleyemedim. Bulup izleyemedik diye iki kelam da etmeyelim mi!
Eşlikçi Kız bir kıskançlık hikayesi dersek eksik konuşmuş olabiliriz ve fakat yanlış konuşmuş olmayız. Soneçka derler bir kızcağız, ünlü soprano Marya Nikolayevna’nın (kitapta Marya hanımın ikinci adı yanlış yazılıp durmuş, neden!) eşlikçisi olur. Yani Soneçka piyano çalarken Marya hanım şakır.
Daha tanıştıkları ilk andan itibaren Soneçka öç alma duygusuyla kendinden geçer (“çünkü o güzel, bense değilim”). Öç almayı uyandıran öfke hem bireysel hem de, deyim yerindeyse, sınıfsal bir öfkedir. Soneçka, Marya Nikolayevna ve kocası Pavel Fyodoroviç’in evlerine gidip geldikçe kinlenir. Ekim Devrimi gerçekleşmiştir ve fakat Marya hanımefendinin eviyle bizim Soneçka’nın evi arasında uçurumlar vardır:
“Ama sümbülleri, hizmetçiyi, sıcak havayı ve temizliği düşündüğümde bir yanım isyan ediyor, kendi kendime soruyordum: Bütün bunlar gerçek olabilir mi, bunların hakkından gelecek bir şey yok mu? Annemin, benim, yaşlı baritonun, soğuktan parmakları donan, dişleri ufalanan, açlıktan, soğuktan, korkudan ve pislikten saçları dökülen binlerce başkasının öcünü o evden, o kadından, o eflatun kurşuni kediden alacak yok mu, ey Çeka üyesi yoldaşlar? Bu salona piyanoyu tuvalet olarak kullanacak bitli bir tesviyeci ailesi yerleştirip, piyanoyu sabahları Marya Nikolayevna’ya pembe elleriyle temizletecek kimse yok mu? ‘Yurttaşlık görevi’ bu değil mi? Bütün bunlar olduğu gibi kalacaklar mı? Ve bizler –biz çulsuzlar, gasp edilmişler, açlar, bitkinler– bütün bunlara katlanacak mıyız? Hollanda peynirine, sobadaki kahverengi kabuklu kaim kütüğe, pisicik yalasın diye fincan tabağına dökülen süte katlanacak mıyız?” (Eşlikçi Kız, s. 26-27)
Oysa Soneçka’nın asıl katlanamadığı şey, belki yukarıdakilere de halel gelmeksizin, Marya Nikolayevna’nın güzelliği, kendine güveni ve özgürlüğüdür:
“Marya Nikolayevna’nın zayıf noktasını bulmuştum, nereden saldıracağımı biliyordum. Niçin peki? O eşsizken, biricikken, benim gibi binlerce kişi olduğu için mi? Onu o kadar güzelleştiren elbiseleri benim üzerime diktiklerinde yakışmadığı için mi? O âşık olabilirken, ben bunun anlamını bile kavrayamadığım için mi?” (Eşlikçi Kız, s. 26-27)
Kitap evvelce, 1988’de, yine Roza Hakmen çevirisiyle ve Eşlik Eden Soneçka Antonovskaya adıyla Can Yayınlarınca basılmış. Bu sefer, yayınevinin Kısa Modern dizisi kapsamında tekrar yayımlanmış. Dizi editörü Emrah Serdan, “kıskançlığı çok çarpıcı bir şekilde anlatan, Zweig okurlarının çok seveceğini düşündüğüm Eşlikçi Kız” diye bahsediyor kitaptan. Zweig okurlarını bilmem ama bir duygu, burada kıskançlık, sözcüklerle ancak bu kadar anlatılır doğrusu.
Hamiş: Filmi anlatmadın, bari soundtrack’ini dinleyelim diyenler buradan buyurabilir.
8.Eylül.19
Kendimi bir zaman bir tartışmanın ortasında bulduydum. İki argüman, kabaca şöyleydi:
“Eski” yazarların “eski” dilleri, bugünün genç okurları anlasın için sadeleştirilmeli. Böylece bu sadeleştirilmiş baskılar yeni okurlar (da) kazandıracaktır.
VS
Sadeleştirmeler, günümüz diline uyarlamalar yapılabilir ancak bu sadeleştirilmiş baskılar, zinhar, orijinal metinlerin yerini tutmayacaktır. Yeni okurlar, o “eski” yazarların “eski” dillerini anlamak istiyorlarsa bir zahmet çaba göstermelidirler.
Tabii, dediğim gibi “kabaca” özetlediğim iki argüman bunlar.
Ben her zamanki gibi iki cami arası beynamaz kalmış, ikinci görüşe, elbette, daha yakın olmakla birlikte her tartışma ortasında kaldığımda olduğu gibi aklıma Onat Kutlar’ın “Çevirmen”i düşmüştü.
Yani, aslında iki taraf birbirini yanlış anlıyordu. Oysa ben iki tarafı da doğru anlıyordum. Zaten insan böyle hissetmezse yazamaz. Hiçbir şey yazamaz. Kendini her şeyi ve herkesi doğru anlamaktan bitap düşmüş hissetmedikten sonra niye yazasın ki!
Gelelim meselenin özüne. Çetrefil bir tartışma, farkındayım ama benim baktığım yerden gördüğüm şu: Bazı metinler “sadeleştirilebilir”, günümüz Türkçesine uyarlanabilir. Bu bir ihtiyaç olabilir. Sosyal bilimler metinleri, hukuki metinler vesair pekala sadeleştirilebilir. Nedir, bir edebiyat eserinden bahsediyorsak sadeleştirmek demek, öldürmek demektir.
Bir arkadaşım vardı, lisanstayken. Benim elimde her daim kitap gazete dergi olduğu için bu konularda bilirkişi bellenmiştim. Bir gün, Beytepe’nin o serin bahar günlerinden biriydi, bir arkadaşım gelip Don Kişot, Moby Dick, Suç ve Ceza gibi klasiklerin “özet” versiyonları olup olmadığını sordu bana. Tabii ahir ömrümde şaşkınlıktan donakaldığım çok olmuştur. Zaten bu soruyla “don”madım, belki dedim, küçük yaştaki bir yeğeni için filan soruyordur (o zamanlar hâlâ insanlar hakkında ümitvardım). Ve fakat sonrası, işte o sonrası beni dehşete düşürmüştü. Arkadaşımın, meğer, derdi şuymuş: Bir ortamda filan konusu açıldığında, bahsi geçtiğinde hepten habersiz görünmek istemiyormuş klasikler hakkında. Gerçekten ne diyeceğimi bilememiştim. Bugün sorsa cevap kolay: Wikipedia. Gerçi hâlâ yasaklı değil mi? Olsun DNS ayarı var, programı var, çözülür bir şekilde.
“Bir edebiyat eserinden bahsediyorsak sadeleştirmek demek, öldürmek demektir” deyişimiz bazılarınıza mübalağa sanatının kötü bir örneği gibi görünmüş olabilir. Ama değil. Edebiyat eserinden bahsediyorsak, hele ki üslup sahibi bir yazar elinden çıkma bir metinden bahsediyorsak durum tam da budur. Diyelim ki bir deneme okuyacaksınız (yazar burada, lafı yularından çekip götürmek istediği yere sürüklemeye başlıyor, aman dikkat ey okur, tufaya gelme, sıkı dur!), sadeleştirilmiş ya da günümüz Türkçesine uyarlanmış bir versiyon okumak istediğinizden emin misiniz? Son kararınız mı?
Dostlar, Romalılar, yurttaşlar! Üslup yoksa deneme de yoktur. Dolayısıyla, bir özet okumaksa niyetiniz, hiç durmayın ve o “sadeleştirilmiş” metne koşun. Diğer yol, orijinal metin, biraz dikenli ama sonunda yediveren güllerle, kıpkırmızı karanfillerle, güzelim papatyalarla ve (artık) acıtmayan kaktüslerle dolu nefaset bir bahçeye çıkıyor. Seçim sizin azizim.
Ben kulunuz, Ahmet Rasim’in Şehir Mektupları’nı okuyayım derken gidip sehven günümüz Türkçesine uyarlanmış halini almışım. Tabii o kadar anlamsız ki bu versiyonu okumak, bir süre sonra gidip üstadın “kaleminden çıktığı gibi, sadeleştirilmemiş-kısaltılmamış” olan orijinal metnini edindim.
Zaten edinmemiş olsam, şunu okuyamazdım: “Geçenlerde başıma iş geldi. Azıcık para tedarik edebilmiştim. Hemen İspilandid’e düştüm! Yukarı kata çıktım, çünkü orası tenha idi. Biraz bir şey yedikten sonra dondurma ısmarladım. Bir de konyak içtim. Herif bize bir hesap pusulası verdi ki tam otuz beş kuruş. Aman ay şimdi ne olacak. Buradan savuşmaktan başka çare yok, fakat nasıl? Esbabını sual ettim. Meğer yukarı katta yemekler vesâir et’ime fiyatça farklı imiş! Elimde eski bir şemsiye vardı. Abdesthaneye gider gibi yaptım. Garson da görünmüyordu. Şemsiyeyi orada bırakarak art kapıdan zamkinosu çektim.”
Aslında orijinal metinden bir parçayı sadeleştirilmiş versiyonuyla birlikte verecektim burada ama çok acıklı olacaktı, vazgeçtim. Yukarıda okuduğunuz parça, sadeleştirilmiş versiyonda yok. İşin aslı, benim okuduğum Şehir Mektupları Oğlak Yayınevince basılmış olan eksiksiz bir basım. Basitleştirilmiş versiyonda olmaması olağan. Lafı daha fazla yormayalım. Meramımızı çok iyi özetlediği için, işbu baskının “sunuş” yazısını yazan Nuri Akbayar’dan alıntıyla bitirip eyvallahımızı çekelim:
“Bu yayımın en önemli özelliği metinlerin diline hiç müdahale edilmemiş olmasıdır. Böylelikle ilk defa Ahmet Rasim’in bir eseri kaleminden çıktığı biçimiyle bugünün okuyucusuna sunulmuş oluyor. Bunun zaman zaman okuyucuyu yoracağının farkındayız. Ama böylesine usta bir yazarın dil ve uslûp özelliklerini tanımanın, bu denli ince bir anlatımın tadına varmanın ne yazık ki başka yolu olmadığı gerçeğini hatırlatmaya cüret ediyoruz ve doğrusu zahmete değer diyoruz.”
Ben de, ucunda beni sadberk güllerle dolu bir bahçenin beklediği zahmet dolu bu yolculuğa çıktım ey okur. Bir fav’ınızı (pardon duanızı) alırım.

Konu dağılacak ama ne yapalım, konu dağıtmamaya ant mı içtik sanki! Madem sözün yolunu üstadlar üstadı (çünkü iki gözümüz Salâh Bey nasıl bizim üstadımızsa Ahmet Rasim de Salâh Bey’in üstadıdır) Ahmet Rasim’e getirdik, biraz daha gevezelik edelim bari. Hıfzı Topuz’un, Elveda Afrika Hoşçakal Paris kitabında Zekeriya Sertel’den aktardığına göre Ahmet Rasim 1923 yılında Büyük Millet Meclisindeki tartışmaları izlemek üzere kalkar Ankara’ya gelir. Zekeriya Bey o sıralarda Matbuat Umum Müdürüdür. Vakti kerahat gelip çatınca da Zekeriya Bey’in makam odasına çekilirler çünkü Ankara’da o vakitler gidip demlenecek çok fazla yer yoktur. Ahmet Rasim Bey, çantasından rakıyı çıkarır. Bugünkü 35’liğin yarısına tekabül eden bir şeydir bu. Zekeriya Bey rakısını hızlıca içince Ahmet Rasim şöyle der: “Bak kardeşim, rakı kadehe konur ama sulandırılmadan içilmez. Kadehin dörtte birine rakı, dörtte üçüne su doldurursun, sonra da yudum yudum içersin, hiç değilse beş dakika arayla. Yani, bir kadeh rakı en az yarım saatte içilir…”
Ahmet Rasim Bey, Mektupçu ve gazeteci-yazar olmasının yanısıra bugün halen zevkle dinlediğimiz bazı şarkıların güftekârıdır. Hepsinden açacak değiliz, yerimiz dar. Ve fakat bestesi Tatyos Efendi’ye ait olan Uşşak makamında bestelenen ve de Aksak usulle çalınıp söylenegelen Bu Akşam Gün Batarken’den, daha popüler adıyla Sakın Geç Kalma Erken Gel’den bahsetmeyecek de değiliz ey okur!
Ahmet Rasim Bey, yukarıda aktardığımız anekdotta, Zekeriya Sertel’e rakı içme adabını öğrettiğinde 60’lı yaşlarına antresini yapmak üzereydi. Peki gençliğinde, gençliğinde de böyle ölçülü mü içerdi acaba?

Biz söyleyenlerin yalancısıyız. Rivayet olunur ki Ahmet Rasim Bey’in eve günlerce uğramadığı olurmuş. Ben garip kulunuzun, bu fakir dünlükçünün en fazla 9 gece üst üste içmişliği vakidir, o da çok gençlik günlerimde. Üstad Ahmet Rasim’in ise, rivayet odur ki, aylarca uğramadığı olurmuş eve. Meyhaneden meyhaneye, dost meclisinden başka dost meclisine derken aylar geçtiği olurmuş. Bana sorarsanız bunun pek mümkünatı yok ama dediğimiz gibi, biz söyleyenlerin yalancısıyız. Refikası Sadberk Hanım ise adı kadar (yüz yapraklı, pek çok yaprağı olan, katmerli) sabır sahibi olmalı ki üstada sitem etmezmiş.
Fakat günlerden bir gün. Gene üç ay kadar eve uğramadıktan sonra evine avdet eden üstad giyinip paklanıp dümeni gene meyhaneye kırmadan önce, aynanın karşısında dikilip son kontrollerini yaparken refikası Sadberk Hanıma “Hanım, yolda gelirken Selami Paşa’ya tesadüf ettim, beni çağırdı, Miltiyadi Gazinosunda bekliyor” der.
Sadberk Hanım, herhalde artık sabır yapraklarından bazıları gazel misali solup düşmüş olacak ki “Bey sakın geç kalmayınız, bu akşam erken geliniz!” deyiverir.
Ey okur. Bazen gelip sizi günlerce dövseler. Dinlenip dinlenip dövseler aklınız başınıza gelmez de bir incecik sitemkar bakış, incelikle sokulmuş bir laf hoop sizi akıl tasınızı elinize alıp içine bakmaya mecbur bırakıverir. İşte Sadberk Hanımın bu sözleri de üstadın üstünde benzer bir tesir bırakmış olmalı ki Ahmet Rasim evden çıkıp Bakırköy sahiline inerken mırıldanmaya başlamış bile: Sakın geç kalma erken gel… (Demek o kadar da tesir etmemiş olacak ki yine de çıkıp gitmiş, de denebilir tabii.)
Üstad Miltiyadi Gazinosuna varınca, aralarında Tatyos Efendi’nin de olduğu muhiplerine olayı anlatır ve günümüzde fix menü satan, meyhane özentisi “restoranlarda” yalan yanlış söylenen bu şarkı böylece çıkar ortaya.
Biz Ahmet Rasim’in mektuplarını söktükçe daha çoook açacağız Şehir Mektupçusu’ndan.
Şimdilik budur ol hikayât!
Durun durun, nereye! Şarkıyı usulünce dinlemek isteyenler buradan buyursunlar hele.
Hamiş: Eski alimlere kulak verecek olursak Uşşak makamı kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının tedavisinde yardımcı bir yöntemmiş. Ayak ağrıları ve uykusuzluğa iyi gelirmiş. Dahası insana gülme hissi veren Uşşak, öğle vakti daha tesirliymiş.
9.Eylül.19
Robert Musil’in 1937 yılında yaptığı bir konuşmanın metnidir Aptallık Üzerine. Musil burada (Ersan Üldes ve Amy Spangler çevirisiyle) şöyle der:
“[D]eha ve aptallık çözülemez şekilde birbirine bağlıdır; çok konuşmak ve kendinden çok fazla bahsetmek suçlarını işleyenlerin aptal olarak yaftalanma gibi bir cezayla tehdit edilmelerine karşı insanlık, yazarlar aracılığıyla benzersiz bir yol bularak bu yasağın önüne geçmiştir. Yazar insanlık namına konuşarak, tadı güzeldi, gibi bir ifade kullanabilir ya da güneş gökyüzünde duruyor, diyebilir; o ruhunu çırılçıplak ortaya serebilir, boşboğazlık edip sırları ifşa edebilir, itiraflarda bulunabilir, şahsi meselelerinden uluorta bahsedebilir (en azından birçoğu bunda ısrarcıdır!); görünen o ki insanlık, normalde yasak olan şeye karşı, kendine istisnai bir durum yaratır. Bu şekilde insanoğlu kendisi hakkında aralıksız konuşur ve yazarın yardımıyla, insanlık için herhangi bir ilerleme ya da entelektüel gelişme kaydetmeksizin, sadece koşulların değiştiği aynı hikâyeleri ve deneyimleri milyonlarca kez ezberden sayıp döker: Peki sonuç olarak, insanlığın edebiyatını bu şekilde kullanmasının ve buna herkes tarafından ayak uydurulmasının altında yatanın da aptallık olduğu söylenemez mi? Kanaatimce, bu hiç de ihtimal dışı görünmüyor!” (Aptallık Üzerine, s. 51-52)
Musil’in bu konuşmayı yumurtladığı sıralarda, bildiğiniz üzre, Nazizm yükselmekteydi. Doğrusu, faşizmin türlü türlü adları olabilir. Şu alıntı da size çok tanıdık gelmiyor mu:
“Bir zamanlar pek revaçta olan bir psikiyatri kılavuzunda embesillik durumuna örnek olması için, ‘Adalet nedir?’ sorusu ve o cevaba verilen ‘Diğer insanın ceza alması,” cevabı gösteriliyor. Oysa bu soru ve ona verilen cevap, günümüzde çok tartışılan bir hukuk anlayışının temelini oluşturuyor.” (Aptallık Üzerine, s. 67)
Günümüz Türkiye’sinde ise tartışılmayan bir hukuk anlayışı bu.
Hepimize sıhhatler olsun!
Onur Çalı
Keyifle okudum,kutlarım.