6.Ağustos.19
Kâbus: Okumadığım, türlü sebepten ötürü henüz okuyamadığım kitaplar ve dergiler raflardaki, masaların üstündeki, hatta kolilerin içlerindeki yerlerinden kalkıyorlar. Toprağın altından kalkıp gelen zombiler gibi sayfalarını savurarak bana, yatağında her şeyden habersiz uyuyan zavallı bendenize doğru geliyorlar. O anı yakın çekimden görüyorum. Kitaplar üstüme yığılmaya başlıyorlar yavaş yavaş. Nefessiz bırakana kadar çullanıyorlar üstüme. Çığlık atarak uyanıyorum. Gözümü açtığımda çığlık atarak uyanan kendimi görüyorum, okunacaklar rafına doğru koşuyor zavallı. Ayağı Robinson Crusoe’a takılıyor. Yazın okurum deyip aylardır beklettiğim Robinson’a. Kitabın tam ve upuzun adı sayfalar arasından çıkıp bir ilmeğe dönüşüyor, boğazıma boğazıma doğru:
York’lu Denizci Robinson Crusoe’un, Kendisi Dışında Kimsenin Kurtulamadığı Bir Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahilindeki Orinoco Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Tuhaf ve Hayret Verici Serüvenleri ve Hayatı. En Sonunda Korsanlar Tarafından Nasıl Tuhaf Bir Biçimde Kurtarıldığının Hikayesi ile Birlikte. Kendi Kaleminden.

Latif Kelimeler köşemizi nicedir ihmal ettik, buyrunuz:
şehrayin, üftade, müsamaha, lalettayin, ser, lenduha, masif, kesif, mim, sergüzeşt, serlevha, ispençiyar, mürsil, tonoz, palamar, dışarlıklı, meserret, çaçaron, kâfuru, çalçene, şimal, cihet, veçhe, vesile, istifade, heyula, ahfad, zayiat, tevellüt, velet, valide, velut, mezbele, mefsedet, maslahat, habaset, nebatat, hububat, nasihat, sirayet, bimarhane, doluksamak, kâm, mahruti, gülümseç, buldumcuk, zebun, ıskatçı, lal, dalkaşık, mefkure, istiskal, müstekreh, mahfel, iltimas
22.Ağustos.19
“Yazma işine girişip de bir başkasına dönüşmeyen, en azından kendi özellikleri ve gerçekliklerini abartmayan bir insan belki de yoktur.” diyor Jorge Luis Borges, Sevimsiz Öyküler’in önsözünde. Doğru söze ne denir? Susulur.
25.Ağustos.19
Tarihte Bugün
1825 – Uruguay, Brezilya’dan bağımsızlığını ilan etti.
1830 – Belçika Devrimi başladı.
1928 – Arnavutluk’ta Başkan Ahmet Zogo kendini kral ilan etti.
1940 – Alman savaş uçakları Londra’yı bombalamaya başladı.
1944 – Paris, Alman işgalinden kurtuldu.
1984 – Truman Capote öldü, ben doğdum.
2000 – Galatasaray, Real Madrid’i 2-1 yenerek Süper Kupa’yı kazandı.
29.Ağustos.19
Can Yayınlarının “Kısa Modern” dizisinden yayımlanan iki kitabı hemen edindim. Ve fakat benim aklım, daha önce hiç okumamış olduğum Hans Fallada’nın kitabında kaldı: “Neden Ucuz Saat Takıyorsun?”. Yakında yayımlanacak olmalı ki tasarımcısı Utku Lomlu, sosyal medya hesabında paylaştı kitabın kapağını.
Ben de bu arada, “Neden Ucuz Saat Takıyorsun?”un yayımlanmasını beklerken, Hans Fallada’nın başka bir kitabını okuyayım dedim ve Ayyaş’a (Türkçesi Ahmet Arpad) el attım.
Ayyaş Fallada’nın “otobiyografik özellikler taşıyan romanı” olarak kabul ediliyormuş. Çünkü adı üstünde, roman, alkol sorunu yaşayan ve bu nedenle durumu giderek kötüleşen, nihayet tüm özgürlükleri elinden alınan bir adamın, Erwin Sommer’in hikayesini anlatıyor. Hans Fallada da, tıpkı Bay Sommer gibi, karısını öldürmeye çalıştıktan sonra akıl hastanesine kapatılıyor. Yazar ve karakterinin bir diğer ortak özellikleri de alkol bağımlılığı.
Anladığım kadarıyla Ayyaş, Fallada’nın en tutulan eseri değil. İkinci Cihan Harbi öncesi Almanya’sında orta halli, sıradan ve kendi halinde bir tüccar olan Erwin Sommer durup dururken alkol batağına saplanır. Başından büyük bir olay geçmemiştir; karısıyla kavgaları dışında hemen her şey yolundadır. Bir gün öğle yemeğinde şarap içmesiyle başlayan süreç onu batağa hızla çeker. Karısını ölümle tehdit edince de önce hapishaneyi, sonra da akıl hastanesini boylar.

Hikayenin etkileyici hiçbir yönü yok. Nedir, hikayenin en güçlü yanı Fallada’nın yalın ama derinlikli dili ve anlatımı. Okumayı bırakmaktan alıkoyan da romanın bu gücü.
Bay Sommer’in kaldığı akıl hastanesinde (orada kimse ona “siz” diye hitap etmez) yemekler o kadar kötü ve yetersizdir ki hastaların en önemli muhabbet konusu yemeklerdir. Fallada, anlatıcısı Bay Sommer aracılığıyla, akıl hastanesindeki bir hastadan, Holz’dan bahseder: “Holz bu konuda tam bir ustaydı. İnsanın ağzını sulandıran yemek tarifleri bildiği için değil, lezzetsiz yemeklerden bütün ayrıntılarıyla, fakat basit kelimelerle söz ettiği için dinleyenlerin ilgisini çekiyordu. Sıradan bir işçinin yediklerini, tutukevinde kendi önüne koyulanları anlatıyordu.”
Benim Ayyaş hakkında söyleyeceklerim de bu minvalde. “Neden Ucuz Saat Takıyorsun?”u bekliyorum.
• • •
Birkaç ay önce sigarayı bıraktığımı sanıp tabakamı ve tütün çantamı artistik bir biçimde çöpe atmıştım. Tabii bırakamadım ve yeni bir çanta almak zorunda kaldım. Aklım eski çantamda kaldığı için yenisine hiç alıcı gözle bakmamışım. Geçenlerde biri “çok güzelmiş çanta” deyince fark ettim, üstünde “Pagan Poetry” yazarmış meğer.
Tabii aklıma hemen Sait Maden’in Şiir Tapınağı adlı antolojisi geldi. Tekrar el atım…
Benim gibi yazcılar için en hüzünlü vakte geldik çattık: Yazbitimi. Eskimoların türkülerinden birinde geçen şu dizeler duygu durumuma tercüman olmuşlar, taa binyıllar öncesinden hem de: “O ne sıkıntıdır öyle/duymak çıkagelen kışı”
Tamam kışa daha zaman var ama sabahlar ve akşamlar daha serin artık. Göz göre göre gidiyor yaz, kışa yaklaşıyoruz işte. Kışa yaklaşmak benim içime sıkıntılar ekiyor. O zaman uzanalım Kore’ye, Koreli dostlarımız bizi avutsunlar, işte Şarap Türküsü:
“Gel içelim bir kadeh, içelim bir kadeh daha
kestiğimiz çiçeklerle sayarak kadehleri.
Ak kavaklar altına gömdüklerinde bizi
kızıl akşam ışıkları içinde, beyaz ay altında
ha yağmur çiselesin ha kar yağsın lapa lapa.
Hem yeller eserken mezarlarımızın üstünde
Kim çağırır beni içmeye, kim çağırır seni?”
Hay allah, kışa karşı avuntu bulalım derken karşımızda ölümü görüp gama mı düştük? Elbette hayır. Sait Maden bu şiiri, “Bilgelikler” başlığı altına almış. Yani vaktimiz varken, içmeye çağıranımız, dostlarımız varken içelim be dostlar! Benzer bir tonda, aynı şeyi söylemez mi bizim Orhan Veli de, “İhtiyarlık” adlı şiirinde: “Bir gün ikimizden birimiz/İçmek veya doldurmak için/Burada olmayabiliriz.”
Nedir, daha önceki okumamda da en beğendiğim şiirlerden biri yine bir Eskimo şiiri:
“Güleceğim tutuyor, kızağımı kırdım çünkü.
Kırıldı orta direkler, güleceğim tutuyor bu yüzden.
Burda, Talaviyak’da bu kümbetine çarptım, devrildim diye
güleceğim tutuyor. Ama gülünecek nesi var bunun?”
Yaz-kış, pagan ve şiir deyince de, galiba Galeano’da okumuştum, şu hikaye düştü akıl tasıma: Hıristiyan misyonerler, dünyamızın kuzey çatısının yakınlarındaki soğuk mu soğuk yerlerde yaşayan pagan topluluklara giderek eğer Hıristiyan olmazlarsa Tanrının cehenneminde yanacaklarını söylerler. Tabii sıcağa hasret Kuzeyin Oğulları için bu bir cezadan çok ödül gibidir. Pek aldırmazlar.
2.Eylül.19
Fernando Pessoa Portekizi Nasıl Kurtardı’da, ilk defa Pessoa sevimli göründü gözüme. Kara mizahı dozunda tutulmuş, güzel müziklerle bezeli ve diyalogları çok iyi yazılmış olan bu kısa filmi izleyecekler olabilir, sürprizini kaçırmış olmayayım, ama Pessoa hem Portekiz’i (Coca-Louca’dan) hem de şiiri (reklamdan) kurtarmış.

Spoiler içerir: Pessoa 1927’de bir gün tramvaya atlayıp işyerinin yolunu tutar. Patronu, artık ülkeye Amerikalıların milli içeceğini ithal etmiş olan Sayın Patron’u, Pessoa’dan bu içeceğe bir reklam sloganı yazmasını ister. Buradaki diyaloglar nefaset. Pessoa sloganı yazar, etkili de bir slogan yazar. Düzeltelim: Pessoa patronuna sloganı kendisinin değil, İskoçya’da yaşayan Alvaro de Campos’un yazdığını söyler. Slogan patlar, duvarları süsler. Ve fakat Portekiz devletlüleri bu üründen (slogandan) rahatsız olur. Coca-Louca şişeleri imha edilir. Sloganı yazanın peşine düşer polis, Alvaro de Campos’un. Pessoa böylece hem ülkesini hem şiiri(ni) hem de kendini kurtarmıştır.
4.Eylül.19
Ülkü Uluırmak, 1987 yılında, yani Edip Cansever öldükten bir yıl sonra şair hakkında bir roman yazmak hevesine kapılır. Kolları sıvar; şairin yakınları, ailesi, arkadaşları ve edebiyatçı dostlarıyla görüşmeler yapar. Sadece onlar da değil, iş ortağı Mösyö Jak Salhoşfili’den tutun Çağrılmayan Yakup’a kadar epey insanla görüşür. Amacı artık bir roman karakterine dönüştürmek istediği bu çok sevdiği şairi daha yakından tanımaktır. (Öyle ya, karakterinizi tanımadan nasıl yazabilirsiniz.) Yıllarca yastık altında kalan bu kayıtlar, yıllar yıllar sonra Edip’in Lastik Topu adıyla kitaplaşmış. Merak edenler için: Ülkü hanım, niyet ettiği romanı nihayete erdirememiş. Bize de bu kayıtlar kâr kalmış.
Bu enteresan görüşmeler, Cemal Süreya ile olan müstesna, 1987’de yapılmış. Cemal Süreya ile Kadıköy’deki Olimpiyat Restoran’da 1988 yılında konuşmuş Ülkü Hanım. Demem o ki şair “gelmiş bulunduğu” bu dünyaya eyvallahını çekeli taş çatlasa iki sene olmuşken. Henüz.
Ölen bir şair değil de marangoz, terzi, öğretmen ya da oyuncu olsaydı da fark etmezdi; biri “ela gözlüydü” dese, diğeri “olur mu hiç, kapkaraydı onun gözleri” diyecektir. Hakkında, (bir dakika ey okur, her şeyi yerli yerine oturtalım) ardından konuşulan bir şair olunca, hele bu şair Edip Cansever olunca işler iyice sarpa sarıyor tabii. Biri çıkıp “Marksisti” derken, öteki “onun solculuğu duygusaldı” diyebiliyor. Biri rakıyı “acımasız” içtiğini söylerken, bir diğeri “aslında sağlığına çok dikkat ederdi, vitamin alırdı” gibi şeyler yumurtlayabiliyor. Biri “sonsuz yalnızlığa gönüllü” olduğundan açarken, bir öteki “onda can sıkıntısı, yalnızlık filan yoktur” yollu laflar edebiliyor.
Ey okur, bu örneklerden daha çok dökebiliriz ortaya dikkat çekici olan birkaç hususa parmağımızı basmayalım mı: Ülkü hanımın konuştuğu kişileri kabaca birkaç gruba ayırabiliriz: Akranı olan edebiyatçılar, edebiyat aleminden olmayan akranları, aile çevresi ve şairimizden yaşça küçük olan arkadaşları. Tahmin etmeniz zor olmayacaktır: Gerçeklerden bir an olsun ayrılmayıp Cansever hakkında en “doğru” bilgileri verenler akranı olan edebiyatçılar: Acımasız gerçekçiler grubu. Cansever hakkında daha pembe konuşanlar ise ondan küçük edebiyatçılar ve edebiyat çevresinden olmayan dostları. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Benim nazarı dikkatimi celbeden, spoiler olmadığı gibi sır da değil elbette, bir diğer husus şu: Birbirine pek az benzeyen bazı şairler, biliyorsunuz, İkinci Yeni denen bir şemsiye altına sokulur. Edip Cansever (Uyar, Berk ve Süreyya’nın aksine) yabancı dil bilmez, çeviriye de bulaşmaz. Nedir, Eliot’un şiirlerini çevirttiği ve bu çevirileri şiirlerinde kullandığı gibi bazı dedikoduları da Edip’in Lastik Topu yüzünden öğrenmiş oldum. Gereksizliğin Everest’i.
Kısacası dostlar ben bu kitaba el attıktan sonra iyice mutsuz oldum. İçim, neden bilmem, burkuldu. Ahmed Arif’in Leyla Erbil’e mektuplarını okuduğumda da böyle olmuştum. Sitemkâr kamyon arkası yazısı gibi duracak, biliyorum: Bu türden metinler, hakkında konuşulandan çok, konuşan kişi hakkında fikir veriyor.
Ve fakat şundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Çağrılmayan Yakup şiirini bilirsiniz. Cansever’in bu şiiri, o sıralar kendi adıyla meyhanesini henüz açmamış olan genç meyhaneci Yakup Arslan’dan esinlenerek yazdığı söylenir. İşte o Yakup Arslan, 1987 senesinde şöyle demiş Ülkü hanıma: “Çağrılmayan Yakup diye bir kitabı vardı, imzaladı, aldım, evde. Ama bulur muyum bulamaz mıyım, bilmiyorum. Sonradan bizim için yazdığını söyledi ama hiçbir şey anlayamadım.”

Benim için kitabın en güzel sürprizi elbette Memet Baydur’du. Baydur’un Cansever’i sevdiğini Gözün Kahverengi Suyu’ndan tahmin edebiliyordum ve fakat dostlukları olduğunu bilmiyordum. Meğer Memet Baydur’la Edip Cansever düzenli olarak mektuplaşmışlar. Baydur, Afrika’dayken de sürmüş yazışmaları. Hatta Ülkü Uluırmak’ın kitabın başında bahsettiğine bakılırsa Memet Baydur bu mektupları, söz verdiği halde, bir türlü ulaştırmamış Ülkü hanıma. Nerede acaba bu mektuplar?
Baydur, sözgelimi, Cansever hakkında şöyle diyor: “Edip Cansever genel olarak durgun bir insan değildi. Sevdikleriyle çok hoş bir karamizahı vardı, çok hoş olabilirdi istediği zaman. (…) Ama gene de Edip Cansever’liğinden gelen, hep derinde bir hüzün vardı. Onun da keyfini çıkartmasını bilirdi. Eğer tanımadığı veya sevmediği insanlar olursa, kaplumbağa gibi hemen kabuğuna çekilirdi.”

Kitabın sonundaki fotoğraflara bakarken iyice emin oldum: Gençlik fotoğraflarındaki Kemal Özer, Seyhan Erözçelik’e çok benziyor, acayip benziyor.
5.Eylül.19
Tavsiyelerden Bir Demet ile bitirelim…
Dizi: Mindhunter (Netflix)
Müzik: Manolia (Stelios Kazantzidis & Zeki Müren)
Film: Dog Day Afternoon (Sidney Lumet)
Kitap: Geçmişin Geleceği (Melih Cevdet Anday)
Onur Çalı
Cansever çizimlerinin ilki Metin Eloğlu’ya, ikincisi Cemal Süreya’ya ait.
şu dünlükler kitap olsa, elimin altında öyle dursa
Keşke hocam, ben de çok istiyorum ama olmuyor, biraz yaşlanmam lazım galiba :=)
Onur Çalı.