Edebiyat ortamımız, ülkemizin diğer ortamlarından farklı değil. Yani, kaos hâkim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az ve sair. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Hem, kâğıt oyunu oynayanlar bilir; ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştım. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.
Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Bir gün bir arkadaşım harici hard disk’imi ödünç almıştı. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra geri verdiğinde “Belki bazı şahsi dosyalarını yükleyip silmeyi unutmuştur, dedikodu malzemesi çıkar” diye klasörleri didiklemeye başladığımda “Taşrada Ölüm” diye bir word dosyası gözüme ilişti. Açıp baktığımda bu dosyanın ortak dostumuz olan Fatih Yiğitler’in bir öyküsü olduğunu anladım. Hemen Fatih’le iletişime geçip “Müsaade edersen okuyup eleştiriyorum,” dedim. O da asıl eleştirmezsem şerefsiz olduğumu söyleyince aramızda bazen Bakhtin’e, bazen cibilliyete referans verilen, seviyenin EKG gibi bir inip bir çıktığı yoğun bir sohbet başladı. Benim de kız arkadaşımı etkilemek için yazdığım birkaç öyküm vardı ve sağ olsun bu süre zarfında Fatih de onları değerlendirdi. Edebiyat camiasından kimseyi tanımadığımız için (ben endüstri mühendisiyim, Fatih’se Polonya’da yaşıyor) “uzman” görüşü almamız zaten imkânsızdı. Üçüncü bir görüşün yokluğunda birbirimizi Türkiye’nin en iyi genç öykücüleri olduğumuza inandırınca ben erken davranıp öykülerimi dosya haline getirdim ve yayın dünyasındaki şansımı denemeye karar verdim. Yaklaşık bir senelik bir sürecin ardından bir gün Sibel Öz aradı ve dosyamı basacaklarını söyledi. Fakat Türkiye’nin en iyi genç öykücüsü olduğumu ima dahi etmedi. Yıkılmıştım.
Yazma uğraşını neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdın?
Benim özelimde bu soru Esat Kıratlıoğlu’na (liseliler bilmez) “Saçlarını neden öyle tarıyorsun” demek gibi. Öyle tarıyor çünkü adam kel, başka şansı yok. Benim de şiire ya da ne bileyim libretto yazarlığına ilgim olmadığı gibi, yeteneğim de yok. Hep bir düzyazı okuru ve düzyazı insanı oldum; varsa bir yetkinliğim, bu yönde gelişebildi ancak.
Aklımda roman düşünceleri yok değildi aslında. Hâlâ da var. Fakat edebiyat camiasının bu kadar dışında biri olarak okyanusta boğulmaktansa denize alıştıra alıştıra girmek, yani dergilere birer ikişer öykü gönderip ufak ufak sesimi duyurarak başlamak daha rasyonel geldi.
Yayınevini nasıl belirledin? İlk kitabının yayımlanma sürecinde neler çektin?
Ortaokul, lise yıllarımda “ODTÜ Endüstri Mühendisliğine girenler mezun olmadan iş buluyormuş, daha diplomasını almadan köşeyi dönenler varmış” derlerdi. Ben ODTÜ Endüstri Mühendisliğinden 2009 yılında mezun olduğumda küresel krizin etkileri Türkiye’de tam gaz devam ediyordu, bizim bölümün yarısı o sene iş bulamadı. Muhtemelen uğursuzluk bendeydi. Zira öykü dosyamı da oluştura oluştura döviz krizinin yayın dünyasını vurmaya başladığı 2018’de oluşturdum. Bir de “İlle de kitabım basılsın” gibi bir hırsım yoktu, bu yüzden kitaplarını takip etmediğim yayınevleri hedef listemde yer almıyordu. Bu da şansımı epey azaltan bir faktördü. Yani beklenmedik bir çile çekmedim, “Ben doğarken ölmüşüm” mottosuyla yaşayan arabeskçi gibi, bu çileyi daha süreç başlamadan kabullenmiştim. Hatta Sibel Öz başvurumun olumlu sonuçlandığını haber vermek için aradığında telefon numarası rehberimde olmadığı için “Sigarayı bıraktırma hattıdır” diye düşünüp açmadım. “Ben Sibel Öz, lütfen bana ulaşın” diye mesaj geldiğinde inanabildim dosyamın kabul edildiğine.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde sana yol gösteren, yardımcı olan bir editörün oldu mu? (Eğer olduysa, editöründen razı mısın?)
Benim kitabın basım süreci çok hızlı gelişti, öykülerin baştan kurgulanmasını ya da en azından belirli bölümleri sil baştan ele almamı gerektirecek bir geri bildirime gerek duyulmadı. Biz ince detaylar, sözgelimi uzun cümleler, muğlak ifadeler vesaire üzerinde çalışarak kitabı tabiri caizse çapaklarından arıttık. Bu anlamda Arzu Eylem’in dikkatli okumasına çok şey borçluyum ve elbette razıyım. Ayrıca kitabın dizgisinden kapak tasarımına kadarki tüm süreçlerde Sibel Öz’le çok yoğun iletişim halindeydik, sağ olsun.
Fakat bir öykücünün bir de “gizli” editörleri, onların edebi gelişim sürecini takip edip yönlendiren kıymetli insanlar vardır, onları da unutmamak gerek. Yazdığım ilk satırdan itibaren beni dikkatle okuyup eleştiren Mine Nur’un, Fatih’in, Betül’ün, Taylan’ın, İbo’nun katkıları olmasa o dosya kuşkusuz reddedilmişti.
İlk kitabınla hayatında neler değişti? Neler ummuştun ne buldun?
Kitaptan üç beklentim vardı.
İlki bireysel: Kafamda dönüp duran mesellerin, esprilerin, sataşmaların, itirazların ve diğer tilkilerin artık bir isme cisme kavuşması. Kitabın basılmasıyla zaten oluveren bir şey bu.
İkincisi düşünsel: Kitabın adresini bulması. Neticede her öykü en az bir edebi/felsefi/siyasal vb. konuyu kendine mesele edinir ve bu meseleler etrafında hâlihazırda var olan tartışmalara dâhil olur – ya da yeni tartışmalar açar. Benim öykülerimin de benimle aynı meseleler üzerine kafa yoran insanlara ulaşmasını ve onların birikimleriyle tepkimeye girerek yeni çıktılar üretmesini isterim elbette. Fakat kitap çıkalı henüz beş ay bile olmadığı için bu arzumun hemen gerçekleşmesini beklemek hayalcilik olur. Matbuat çok tesirli ama kana çok yavaş karışan bir kimya ve benimki henüz çiğnenme aşamasında.
Üçüncü arzumsa sosyal: Zatıâliniz de dâhil olmak üzere uzaktan takip ettiğim, metinleri ve daha fazlası hakkında oturup iki lafın belini kırmak istediğim insanlarla tanışmaya vesile olması. Elbette bu kitap yokken de mümkün, ancak böylesi bir tanışmada yazar-okur hiyerarşisi kurulma riski çok yüksek. Oysa şimdi “kitap sahibi” titrim sayesinde kısa zamanda bir sürü kalıcı dostluk edindim. Takribi yüz sayfalık, birinci baskısı bin adetle sınırlı, çok da önemli olmayan bir şey aslında “ilk kitap”, ama gel gör ki algısal gücü böylesine yüksek işte. Orhan Pamuk’u bile sokakta görsem “Selam meslektaş” deyip bir dal sigara isteyebilirmişim gibi geliyor. Sonuç ne olur emin değilim tabii.
Telifini alabildin mi/alabilecek misin?
Ne telif alması, canımı zor kurtardım (gülüşmeler!). Dediğim gibi, döviz krizinin göbeğinde basıldı kitabım. Zaten NotaBene çok büyük bir iddiası olan ancak finansal anlamda “butik” kalan bir yayınevi. Finansal kaynaklarını yayın repertuarlarını mümkün olduğunca genişletme yönünde kullanmaya çalışıyorlar ve buna büyük saygı duyuyorum. Bu yüzden benim de telif beklentim yoktu. Piyasaya çok hâkim olmamakla birlikte bir “ilk kitap” için verilen en kabadayı telifin de öyle ahım şâhım bir şey olmadığını zaten biliyorum. Dolayısıyla “Bir telif aldım ve hayatım değişti”lik bir durum olmayacağı için nakit telif almakta ısrar etmek anlamsız olurdu açıkçası. NotaBene nakdi telif veremese de kitabından belli bir sayıda kopya veriyor ve benim için yeterli. Bu sayededir ki şu sıralar akrabalarımın Facebook sayfaları Hakan Sipahioğlu edebiyatıyla çalkalanıyor.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Sen salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdin?
Edebiyat dergilerini düzenli olmasa da çok uzun zamandır takip ediyordum. Başka yazarların kitaplarının oluşum sürecine şahit olmak, yeni çıkan bir yazar konuşulurken onu dergilerden tanıyor olmak hoş bir duygu her şeyden önce. Öykülerimi yazdıkça ben de dergilere öykü gönderdim. Yayınladıklarında çok sevindim. Reddettiklerinde önce “Sanki yayınladığınız öyküler çok şey” diye sinirlendim, aradan bir müddet geçinceyse neden yayınlamadıkları üzerine kafa yordum, geliştim. Kitaptaki öykülerin yarıya yakını daha önce Edebiyatist’te, Sözcükler’de ya da Öykü Gazetesi’nde yer buldu ve ben de zaten bu sayede kitap oluşturma cesaretine kavuştum.
Kitabın yayımlandıktan sonra yakın çevrenin ve ailenin yazmak/okumak uğraşına bakışları değişti mi? Yazıyla ilişkinde ciddi olduğuna ikna oldular mı? Kitap sana bu anlamda bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırdı mı?
Öncelikle toplumu değiştirme kaygısıyla çıktığım bu yolda eşimi dostumu bile değiştiremediğim gerçeğiyle yüzleşmeme neden olduğun için sana minnettarım. Şaka bir yana, gerçekten de çok bir şey değiştiğini söyleyemem. Belki “Sonraki kitap ne zaman?” gibi yarı şevklendirici, yarı baskıcı bir soru işaretini daha sık görüyor olabilirim yakın çevremin yüzüne baktığımda. Bir de, galiba, kitapçıda raflara bakarken yeni çıkanlara daha çok dikkat etmenin, okuma listelerini oluştururken yeni bir öykücü keşfetme kumarını oynamanın gerekliliğini fark edenler oldu.
Peki, bundan sonra?
İkinci kitap sepetine atılmaya hazır, yeterince olgun yeni öykülerim var, taslak hâlde bir roman çalışmam var, bir de yıllardır bitiremediğim bir yüksek lisans tezi var. Sıralama nasıl olur hâlen bilmemekle beraber hepsini mutlu sona ulaştırmayı temenni ediyorum. Nasip, kısmet. Sen de beni akrabalarım gibi sıkıştırma lütfen.