Üç Maymun, Nuri Bilge Ceylan’ın hemen her filminde yaptığı gibi insan olmanın derinlerinde gezindiği filmlerinden biri. Film, üç kişilik bir ailenin durağan yaşantısına giren, rutinlerini kıran ve etkileyen bir olayla başlayıp bu minvalde ilerliyor. Filmin derdinin, bu aile üzerinden gösterilen varoluşsal sorunları katman katman işlemek olduğunu söylemek doğru olacaktır.
NBC sinemasını takip edenler başarılı yönetmenin oyunculuğa da en az sinematografi kadar önem verdiğini ve kimi zaman aynı sahneyi onlarca kez çektiğini bilirler. Özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da, Uzak gibi filmlerinde gayet başarılı oyunculuklar vardır. Fakat Üç Maymun filminde karakterlere can veren usta oyuncuların oyunculukları, ilk bakışta ağızda yavan bir tat bırakıyor gibi görünse de daha derinlemesine bakılacak olursa aslında tam tersi olduğu görülecektir. Sanki Ceylan, rollerin bu şeklide aksak, kopuk, tabiri caizse normal ve asıl olana bu kadar yakın olmasını bizatihi arzu etmiş gibi görünüyor. Zira filmde aslında tam anlamıyla bir başrol oyuncusu var diyemeyiz, hangi oyuncu ana rolde hangisi yan rolde kestirmek oldukça zor. Bu bağlamda bir çocuklarını ne sebepten ve nasıl kaybettiklerini bilmediğimiz ve diğer oğulları İsmail ile beraber hayatlarına devam eden üç kişilik bu aileyi bütünüyle bir şahıs/kişi ya da rol olarak düşünmek ve bu ailenin film boyunca ilişkileri ile oluşturdukları mekanik yapının düzgün işleyen akışına bakmak gerekecektir. Filmin başrolünde hayatın içinde kaybolmuş bu ailenin bir bütün olarak durduğunu, en destekleyici rollerden birine de ayrı bir karakter olarak evin sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Filmde yan rollerin en önemlisinin ev olmasından yola çıkarak eve canlı bir karakter olarak baktığımızda, filmdeki evin aile için bir sığınak ve dış dünyadan onları koruyan bir duvar olduğu söylenebilir. Uçsuz bucaksız denizin kenarında izole bir yapı olarak dikilen binanın görünüşü de kıyıya vurmuş ya da emekliye ayrılıp demirlemiş bir gemiyi andırmaktadır. Tüm bunların yanında filmdeki üç-beş karakterin minimum düzeydeki konuşmalarından daha fazla duyduğumuz tek ses yine evin sesidir. Kapı gıcırdamaları, pencere pervazlarının sesi, yerlerin çıtırdamaları ile gıcırdayıp esneyen ev, başlı başına ben buradayım diyen ve bizi kendine çeken çok önemli bir karakterdir. En başarılı ve önemli rolü ev yüklenmekte ve canlandırmaktadır. Aile üyelerini tanımlamamızı sağlayacak akrabalar, arkadaşlar ya da ilişkiler görmediğimiz filmde ailenin aidiyetsiz, ötelenmiş, köksüz ve yalnızlaşmış/yalnızlaştırılmış yapısına kol kanat geren evin ya da kıyıya vurmuş yersiz yurtsuz kazazedeleri koruyan gemi iskeletinin de duruşu ve izole yapısı itibari ile aynen aile gibi tek başına ve köksüz olduğunu hissediyoruz.
Filmi daha iyi anlamak için, filmdeki dördüncü aile üyesinin -zamanını ve nedenini bilmediğimiz bir şekilde- kaybedilmiş ikinci oğul olduğuna daha dikkatli bakmak gerekebilir. Bu hayalet oğlan/çocuk filmin iki yerinde ortaya çıkar. Eyüp ve İsmail’in bir boşluk, bir hatırlama, gördüğünü reddetme, kabullenememe anlarında parlama yaratarak aniden beliren hayalet oğlanın göründüğü sahneleri incelediğimizde aslında gizli, (kendisi gibi) gömülü bir şeyleri imgelediğini görebiliyoruz. İlk kez İsmail’in, annesinin olası ilişkisini öğrendikten sonra, ikinci kez de yine Eyüp’ün aynı sıkıntıyla yatağa uzandığı sahnede ortaya çıkan hayalet çocuk konuşmuyor, çok kısa görünüyor ve yok oluyor. Burada İsmail ve Eyüp karakterleri için bu hayalet çocuk, şimdinin devamını sağlayan bir dinamo taşı görevini de görüyor. Hatırlama ve unutma arasında ince bir hayalete dönüşen bir köprü, bir uyandırma anı. Derrida ve Stiegler, hayaletlerin görünmeyen değil aksine görünen şeyler olduğundan söz eder ve şöyle der; “görünüre dairdir, ama görünmeyen görünüre; kanlı canlı mevcut olmayan bir bedenin görünürlüğüdür.”[1] Bu bağlamda filmdeki hayalet oğlan kaybedileni, geçmişe doğru unutulmaya direnen duyguları, hayatın devam etme döngüsünü hortlatan bir kendinle yüzleşme imgesidir. Nikolay Gogol’un Palto isimli öyküsünün sonunda başkarakter Akakiy’in ölümünden sonra paltosu, bir hortlak olarak ortaya çıkıp gerçek hayatta kimse tarafından görülmeyen Akakiy karakterini öteleyen, aşağılayan, yer yer bundan vicdan azabı çeken bazı temel öykü karakterlerini avlar. Paltonun onlara görünmesi de belli ki aynı unutma/hatırlama alt metinden kaynaklanmaktadır. Belki hayaletlerimize biraz daha yakından bakarsak orada kendi yansımamızı görmemiz mümkündür. Hatta bilinçaltlarımızda bunu bildiğimizden hayaletlerden hep korkar ve bazen onlarla karşılaştığımızı düşündüğümüz anlarda gözlerimiz kapar, kaçarız. Çünkü hayaletler aslında kanlı canlı birer boşluk, sahici birer aynadırlar.
Üç Maymun filmi daha birçok dinamiği ile insana dair bir hikâye anlatmaktadır. Bu bağlamda altında yatan felsefeyi, birer izleyici, film okuru olarak yaptığımız çıkarımları, yönetmen en baştan bunları hesap ederek mi yapmıştır yoksa bunlar tesadüf müdür diye düşünmek de aslında felsefenin ne kadar hayatın bir parçası olduğu gerçeğini yüzümüze vurur. Nuri Bilge Ceylan belki tüm bunları bu kadar ayrıntılı planlamamış olabilir ve fakat şu bir gerçektir ki felsefe zaten hayatın iskeletidir. Bu film felsefeden mi doğmuştur yoksa felsefe mi gelip filmin üzerine kapanmıştır? İkisi de demek doğrudur çünkü o felsefe denilen iskelete kimi zaman Hacer, Eyüp ve İsmail sığınırken kimi zaman ötelenmiş bir Rus memurun yaşamı, ölümü ve ardından hortlayan paltosu gelip yapışacaktır. Sinema ve edebiyat hayattır, hayattadır, hayattandır ya da belki bizi ileriye taşıyan birer hayalettir.
İlay Bilgili
[1] Jacques Derrida ve Bernard Stiegler, Echographies of Television: Filmed Interviews, İng. Çev. J. Bajorek, Cambridge: Polity, 2002, s. 115.