9.Mayıs.19
Berber. Ne büyülü, ne çetrefil bir sözcüktür o. Kadın berberlerini bilemem, onlarınkine berber değil de kuaför deniyor daha çok, ama bir erkeğin daha ilk çocukluğundan (ilk gençlik varsa ilk çocukluk da vardır, neden olmasın?), boyu yetişmediği için berber koltuğuna tahta koyup oturtulduğu o andan itibaren cebelleştiği bir şeydir Berber.
Cebelleştiği, evet: Çok nedeni var bunun. Berber dayaması apayrı, başlı başına bir konu o. Zaman konusu var. Berberde zaman akmaz, sıkıntı’nın şeklini alır, dükkanın ortasına çöker kalır lök gibi. Hele çocukken, berber saçınızı sizin istediğiniz gibi kesmez. Babanızla konuşur, ikisi karar verirler. Yetişkinliğinizde de istediğiniz gibi kestiremezsiniz saçınızı. Daimi çaresizlik hali.
En iyi berber konuşmayan berberdir. Nedir, en az yeşil saçlı kaplumbağa kadar ender bulunan bir türdür konuşmayan berber. Genelinin muhabbeti can sıkıcı, yürek burkucu, iç bayıltıcıdır. Üstelik sadece kendilerinden de bahsetmezler, sizi de konuşmaya zorlarlar. Soru üstüne soru sorarlar. Cevaplarsanız yeni soruları vardır zaten, peşin sorulardır bunlar. Cevabını bildikleri, laf olsun diye sorduklarıdır. Futbol, siyaset ve askerlik muhabbeti berberlerin en sevdikleri konulardır.
En sonunda yüzümü kan içinde bırakmadan önce dört-beş sefer gittiğim bir berberin askerlik anılarını her gittiğimde dinledim. Sözcüğü sözcüğüne aynı şeyleri anlattı. İşkence gibiydi.
(Abi memleket nere?
Kınık.
Orası neresi?
İzmir’in bir ilçesi, Soma’ya yakın.
Aa, ben de acemiliği Kırkağaç’ta yaptım.
Ve işkence başlar…)
Ben berberin az konuşanını ve hızlısını severim. Hem az konuşup hem de eli çabuk olanını bulmaksa lotoda altılıyı tutturmaya benzer.
Barış Bıçakçı’nın “Berberde” öyküsü, Sweeney Todd, berberlerin diş çekmesi, zamanla değişen berber dükkanları ve aletleri, berber kokusu, kolonyası, parfümü, Aziz Antipas’ı öldüren berber İsmail aga, Edward Hopper’ın “Berber Dükkanı” tablosu (kadınlarla erkeklerin birlikte kullandıkları, unisex kuaförler’e gidilebilir bu resimden), “Kimin önünde herkes şapka çıkarır?” bilmecesi, Ara Güler’i usturayla kovalayan “modern” Bergamalı berber, Çehov’un “Berber Dükkânında” öyküsü (Hasan Âli Ediz çevirisi)… Daha bir ton şey kaldı yazacak.
Demek daha uzun bir berber denemesi yazılmak ister.
Daha berber dükkanlarında duvara asılanlardan bahsetmedik: Aynı duvarda Deniz Gezmiş, Ayetel Kürsi, Türk bayrağı ve Atatürk… Ve bazen de özlü sözler, cam çerçeve içinde: “Teklif etme veresiye, dost kalalım ölesiye”
Ya türküye ne demeli, Neşet Ertaş’tan dinlemek isterseniz buradan yakın:
Getir berber getir de aynayı getir
Ak göğsün üstüne de al beni yatır
***
Az önce bir arkadaşımdan duydum. Kocaeli taraflarındaki köylerinde şöyle denirmiş: “Çalışan ışıldar, çalışmayan mışıldar.”
10.Mayıs.19
Enis Batur’un “yeni” kitabı “Düş Kırpıntıları”na başladım. Enis Batur velut olduğu kadar okuyanlarını da velut olmaya çağıran bir yazar. Sizi bilmem, ne zaman bir EB denemesi okusam yazma isteğiyle doluyorum. (Çok yaşasın EB!)
Ataç hakkındaki denemesinde Ataç’ın türettiği bazı sözcüklerden açıyor EB: Uygar, erdem, birey…
Biraz genişletelim listeyi. Ataç’ın “önerdiği” bazı sözcükler “tutmamış” olabilir. Nedir, günlük dilde ve yazı dilinde halen kullandığımız onlarcası var.
Galiba birkaç sene önceydi, İletişim’in Edebiyat Takvimi’nde Ataç Sözlüğü yayımlanmıştı. Ben de erinmeyip takvimdekilerin hepsini not ettiydim. Ataç’ın iyi ki uydurmuş diyerek seçtiğim bu “tilcikleri” işte oradan:
akım, anı, anlatı, araç, ayrım, bağnazlık, beğeni, bellek, deyim, doğal, ekin, erek, giz, gözlem, ılımlı, karşıt, koşut, kuşak, olanak, öğüt, örneğin, özlem, sav, sevi, şölen, tanım, tin, uğraş, ürün, yanıt, yapıt, yaşam, yoksunluk
***
Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı Beğendik köyünün adının hikayesi, ömrü hayatımda duyduğum en saçma şeylerden biri. Mustafa Kemal köye geldiğinde köylüler sorar: “Beğendiniz mi paşam?” O da cevap verir: “Beğendik.”
Akla Leyla ile Mecnun’daki Yozgat sahnesini getirmiyor mu?
11.Mayıs.19
Galeano, “Hikaye Avcısı” kitabındaki “Sessizlik Lütfen” başlıklı denemesinde Juan Carlos Onetti’den bahsederken Gandhi’nin kız torunuyla Montevideo’da, Café El Brasilero’da görüştüklerinden açar:
“[B]ana dedesinin ona sözcük orucu tutmayı öğrettiğini söyledi: Haftada bir gün, Gandhi ne bir şey dinliyor ne de bir şey söylüyormuş. Söz namına hiçbir şeyin olmadığı bir gün. Ertesi gün sözcükler kulağa başka türlü geliyormuş.”
Ve ekler Galeano: “Susarak konuşan sessizlik, sözü söylemeyi öğretir.”
Haftada bir olmasa bile, en azından ayda bir sözcük orucu tutulabilse keşke. Ne güzel olurdu.
13.Mayıs.19
Nedim Hazar’ın “Bizim Adalar” belgeseli (yarı belgesel-yarı kurgu mu demeli?) müzikli bir hikaye. Güzel hikaye, iyi müzik, Prens adalarında gezinti… İsteyen buradan buyursun.
Yıllardır adada yaşayan emekli bir öğretmen, adadaki Rumlarla ve Musevilerle ilişkileri hakkında şöyle diyordu filmde (mealen): Mozaiğiz evet, ama ebru gibi olamıyoruz. Yanyanayız ama içiçe değiliz.
16.Mayıs.19
Memet Baydur’un yazılarına ara ara dönerim. Uccello’nun Kuşları‘nda William Prynne’den açıyor Baydur: Hazret 1633 yılında Historico-Matrix adlı yapıtını yayımlatır. Bay Prynne, bu eserinde Shakespeare’in oyunlarının İncil’den daha kaliteli kağıtlara basılması karşısında öfke atına binmiş, hızını alamamış, sahneye çıkan kadın oyuncular için de “dile düşmüş orospular” demiş. Biz burada Memet Baydur’un yalancısıyız. İşe bakın ki tam da bu kitabın yayımlandığı günlerde İngiltere Kraliçesi Henrietta Maria (kendisi Yorgos Lanthimos’un “Favourite” filmindeki Kraliçe Anne’in büyük nenesi olur) ve saray efradından leydiler bir oyunun provasına başlamışlar. Zavallı William, kilise duvarına işese daha iyiymiş! Kitap derhal yasaklanır, bulunan nüshaları meydanlarda yakılır. Bay Prynne’e gelince, beş bin İngiliz gaymesi para cezası verilir ve bir direğe bağlanmak suretiyle işinin ehli bir cellat tarafından iki yanındaki kulak fazlalıkları alınır. Evet, kulaklarını kesmişler adamcağızın. Bu da yetmemiş, müebbet hapse mahkum edilmiş.
Memet Baydur sonrasından bahsetmemiş ama biz ne güne duruyoruz ey okur! Bununla kurtaramamış “kulaksız” William Prynne. Yanaklarına da S ve L harfleri damgalanmış. Neden mi SL? Çünkü Seditious Libeler. Yani fitne fücurcu, iftiracı olduğu anlaşılsın için. William Prynne, 1640’da çıkmış hapisten. Ve fakat rahat duramayan, pireli bir şahsiyet olsa gerek ki birtakım din-mezhep temelli aksiyonlara girer. Oraları geçiyorum. Nihayetinde 1650-53 arası gene mahpus damının yolu görünür William’a. Çünkü bu sefer de vergi vermeyi reddetmiştir!
Bu adamın ömrü hep azap hep acıyla mı geçti! Yok yok, rahat nefes alın, akıllılık edip daha şehzadeyken desteklediği 2. Charles tahta oturunca, William efendi de cülusunu kapmış, ömrünün son yıllarını Londra Kulesinde yüksek bir memuriyetle geçirmiş.
17.Mayıs.19
Bazı yazarları (Bazılarını mı? Çoğunu çoğunu!) hakkını vererek okuyamıyoruz. Okul kitaplarına girmiş yazarlar da hakkıyla okuyamadıklarımızdan. Bir arkadaşım, Sait Faik’ten nefret ettiğini söyleyiverdi. Üniversitedeydik. Nedenini sorduğumda okulda zorla okuttukları Karanfiller ve Domates Suyu öyküsü yüzünden olduğunu itiraf etmişti. Eh, ortaokul çocuğuna okutulacak öykü iyi seçilmeli. Bahane mi bilmem ama o erken ve zamansız okuma yüzünden arkadaşım Sait Faik’ten, dilinin en güzel yazarlarından birinden soğumuştu işte. Ömer Seyfettin de benim için biraz böyledir. Bu yaz sıfırdan okumayı düşünüyorum. İlhan Durusel’in Öykü Gazetesi’ndeki yazısından sonra karar verdim buna: “Melek Olan Küheylan“, Öykü Gazetesi, Mayıs 2019.
Ömer Seyfettin’le ilgili “yüz kızartıcı” bir anım da cabası. İlkokuldaydım, amcamlarda oturuyorduk, büyüklerin muhabbetini oldum olası sevmişimdir. Laf nasıl açıldı da oraya geldi bilmiyorum, tam olarak ne söylediğimi de hatırlamıyorum ama benden tam yüzyıl önce doğmuş olan Ömer Seyfettin’in yaşadığını sanıyordum ben. Bunu açık edecek bir şeyler söylemiş olmalıyım. Bizimkiler epey gülmüşlerdi. Dalga geçmemişlerdi ama çok utandığım uzun süre çıkmadı aklımdan. Utancın hafızası geniş kalçalı oluyor galiba. Tuhaf. (Utancın rengi olsa bordo olurdu, rengi atmış bir bordo.)
Acaba bu olaydan sonra mı yazarların doğum ve ölüm tarihleri aklımda fazlaca yer tutmaya başladı?
20.Mayıs.19
senin or’da ılık gece doluyor ciğerlere
yorgunluk nedir bilinmiyor
müezzinden önce uyanıyor şair
yere düşenleri topluyor, mıntıkamda gül var diyor
senin or’da eylül diye bir mevsim olmuyor
içerden çıkıyor çocuklar
ceplerinde o uzun yağmuru taşıyorlar
hayır kimse ağlamıyor ağlamıyor ağlamıyor
(Olcay Özmen, Bir Monarşinin Sonunda Arzu, s. 21)
21.Mayıs.19
Takip ettiğim birkaç İngilizce edebiyat sitesi var. Ara sıra göz gezdiriyorum. Onlardan birindeki bir başlık nazarı dikkatimi celp etti: “Murakami ve Carver Karşılaştığında (ve Diğer Edebi Meet-Cute’lar)”
Meet-cute için “mutlu tesadüf” diyebiliriz. Filmlerde, ileride aşka düşecek kişilerin ilk karşılaşmalarını anlatan bir sözcük imiş. Bilirsiniz işte, bir çarpışma olabilir bu mutlu tesadüf: Kadının kitapları düşer, adam toplamasına yardım eder, ilk bakış, ilk gülüş ve sair. Bu en klişesi. Bir mutlu tesadüf klişesi daha: Adamla kadın aynı anda bir taşra oteline antrelerini yaparlar, işe bakın ki yalnızca tek bir boş oda kalmıştır otelde. Falan filan.
Bahsettiğim ve yukarıda başlığını verdiğim yazıda Edith Wharton ile F. Scott Fitzgerald, Gabriel García Márquez ile Ernest Hemingway, Marcel Proust ile James Joyce, Rudyard Kipling ile Mark Twain’in mutlu karşılaşmalarına kısaca el atılmış.
Biz Murakami ile Carver’ınkine, başka kaynaklardan da yararlanarak daha yakından bakalım: Murakami üçüncü kitabını çıkarmış bir yazar ve çevirmendir. Kaynaklardan birine göre “büyük romanlarından ilki olan Yaban Koyununun İzinde”yi yayımlamıştır, henüz hiçbir kitabı İngilizceye çevrilmemiştir. Nedir, o Carver’ın öykülerini Japoncaya çevirmektedir ve yazarın bilhassa “Eve Bu Kadar Yakın Bu Kadar Çok Su” öyküsüne meftun olmuştur. Murakami ve refikası Yoko, edebi bir haç yolculuğuna çıkarlar, tavaf edecekleri iki Kâbe vardır: Princeton çünkü Murakami’nin meftun olduğu bir diğer yazarın, F. Scott Fitzgerald’in okuludur burası ve Washington çünkü Tess Gallagher ile Ray’in yaşadıkları Port Angeles kenti Washington sınırlarındadır.
Sene de mutlu bir tesadüftür aslında, bendenizin de bu dünyaya antresini yaptığı İsa’dan Sonra 1984 yılıdır. Murakami ve refikası Yoko hanımefendi, Carver’lara varırlar. Murakami kendisinin edebi yoldaşı gördüğü Carver’ın iri cüssesinden, heybetinden de etkilenmiştir. İkisi de utangaç olan bu adamların biri yazarlık serüvenin doruğundadır, diğeriyse, tabir caizse, henüz başındadır yazarlık yolunun.
Somon füme ve siyah çay ikram edilir Murakamigillere. Carver’ın o günün anısına döktürüp Murakami’ye ithaf ettiği şiir (“The Projectile”) şöyle başlar: Kitaplarımın ülkendeki başarısını düşünürken çaylarımızı yudumluyorduk…
Buluşma iyi geçer. Carver da Murakami’leri ziyaret etmek için Japonya’ya geleceğine söz verir. Ve fakat ecel şerbetini içmesine çok da fazla zaman kalmamıştır. Tahminimiz o ki yarınlara bırakmıştır bu ziyareti, sonra da ömrü vefa etmemiştir. Murakami ve Yoko, Carver geldiğinde rahat yatsın diye “büyük boy” yatak bile yaptırmışlardır oysa.
Tabii Murakami bu kadarla kalmaz. (Raymond Carver’ın Türkçe’ye “Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz” ya da “Aşktan Sözettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz” olarak çevrilen 1981 çıkışlı kitabının orijinal adı “What We Talk About When We Talk About Love”dır.) İyi bir koşucu olan Murakami yıllar sonra yayımlanan kitabına, edebi yoldaşına selam çakarak “What I Talk About When I Talk About Running” ismini koyar. Nedir, kitabın Türkçe çevirisinde bu selamlaşmanın esamisine rastlanmaz, kitap “Koşmasaydım Yazamazdım” adıyla yayımlanır.
Onur Çalı