6.Mart.19
Şu hayatta bağzı şeylere geç kaldığım doğrudur. Mesela tütüne çok geç başladım, elalemin boheminin semti meçhule gittikleri meşhur 27 yaşta başladım tütüne (şimdiden bakınca, bu başlangıcın zamanlamasının, bilinçdışımın bana oynadığı tedrici bir özkıyım çabasına denk gelebileceğini de kestirebiliyorum).
Metallica da böyle, geç başladığıma çok hayıflandıklarımdan biri. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi var elbet: Kalabalık ve gürültülü ortamlarda çeviri yapmak durumunda kaldığımda, ki sıklıkla olur bu, can yoldaşım oldu Metallica. Normalde, başka bir iş yaparken müzik dinleyemem. Saygısızlık sayılmaz mı müzik dinlerken başka bir işe el atmak? Hem tek bir ritmi, bir sesi, bir edalı söyleyişi dahi kaçırdıktan sonra neden müzik dinliyoruz ki! Müzik tek başına dinlenir ve de yüksek sesle! Ve fakat gürültü içinde çeviri yapmak belasında elimden tutup kaldıran da iyi müziktir, Metallica’dır.
En sevdiğim albümleri “…And Justice for All” olmakla birlikte “ReLoad”daki Fuel şarkısı da beni benden alır. Siz bana Fuel çalın, yakıtımı verin hele, önüme deste deste çeviri atın, hiç sorun değil.
Hamiş: Klavye vuruşlarımı Lars abiye uydurmaya çalışmaklığım, nafile bir çaba olsa da, çevirinin hızlanmasına ve güzelleşmesine yarıyor. Çok yaşasın bu herifler!
***
“Arzudan tutuşan parmaklarınla dallara boşuna uzanma Tantal. Meyveleri koparamazsın. Hem böylesi daha iyi değil mi? O altın meyveler boyalı birer top. Serâbın büyüsü yok vâhada; rüyası muhteşem suyun, kendisi değil.” (Bu Ülke, s. 277)
Cemil Meriç’in “Tantal” dediği Tantalos’un cezası büyüktür: Su içredir su içemez, başının üstünde salınan meyvelere el attığında hoop kaybolur nimetler. Böyle aç susuz sonsuza dek yaşamakla lanetlenmiştir ve adını tarihe altın değilse de silinmez harflerle yazdırmıştır: “Tantalos İşkencesi” olarak. Peki, ne yapmıştır Tantalos denen bu Frigya Kralı da böylesine zalimane bir cezaya çarptırılmıştır? Doğrusunu söyleyelim vebali günahı çoktur bu zatı muhteremin, boyunu kat be kat aşmaktadır. Sözgelimi, bir seferinde Zeus’un Girit’teki tapınağında bekçilik yapan altın köpeği çalmış (ya da birini bu hırsızlık işine memur etmiştir) sonra da “Zeus üstüne” yemin billah ederek bu işle bir alakası olmadığını iddia etmiştir. Hadi bu adi suç ve yalancılık, vaka-i adiyeden sayılır. Ya Zeus’un da başlarında olduğu tanrılar ve tanrıçalara verdiği ziyafette özbeöz oğlu Pelops’u kestirip yahnisini yaptırtıp altın tabaklarda servis ettirmesine ne demeli? Derdi zoru neymiş derseniz: Tanrıları kandıracakmış. Oğlunu geyik eti diye yutturursa tanrıların her şeye kadir olmadıklarını ispatlayacakmış güya. Yuh senin aklına Tantal Efendi! Allahtan (Zeus’tan), tanrılar ve dahi tanrıçalar, tabaklarında insan eti bulunduğunu anlayıp geri çekilmişler, ancak Demeter, herhalde çok mu acıktıydı neydi, bir parça yemiş bulunmuş Pelops adlı insan yavrusunun etinden.
Merak buyurmayın, ziyafetin fake olduğuna ayan gözü tok tanrılar ve tanrıçalar Pelops’u yeniden diriltmişler. Yalnız Demeter’in yediği kısmı, o da Zeus’tan her şey Zeus’tan, çocuğun omzuna rast gelmiş de fildişinden protez bir omuz yaparak durumu kurtarabilmişler. Tantal(os) da, yukarıda okuduğunuz üzre, kendi namıyla anılan işkence cezalarına çarptırılmış.
Zeus bizi doğru yoldan ayırmasın. Amen!
7.Mart.19
Okuma listesi yaparsınız, kısa vadeli de olsa bir okuma programı belirlersiniz kendinize. Uygularsınız da – günlük hay huydan fırsat buldukça. Ve fakat bazı yazarlarınız ve şairlerinizin yeni kitapları gelince o okuma listesi tedavülden kalkar hemen (o okuma listesini yavaşça yere bırak dostum, deriz kendimize).
“Tantal” bahsinde Zeus’u anmıştık, oradan devam edelim: “Arka bahçe komşusu Zeus’la seksek oynayan” Halim Yazıcı’nın yeni kitabı “Sarıl Bana Gökyüzü” okuma programımı aksattı, iyi ki! Nefes nefese değil, dura dura, sindire sindire okudum Halim Yazıcı’nın yeni şiirlerini.
Doğrudur, Zeus’un arka bahçe komşusu olabilir Halim Yazıcı, çünkü ikisi de “incir ve zeytin ağaçlarının ülkesi”nin vatandaşlarıdır, hemşeridirler. Ve fakat Halim Yazıcı’nın şiiri Zeus’a değil, daha ziyade Pan’a yakındır: Pan flüte, caz’a, blues’a, zeytin ağaçlarına, delicelere, çocuklara, kedilere…
Halim Yazıcı şiirini, mütevazılık göstermeyeceğim konulardan biridir, sıkı takip ederim. Şairin 2015 yılında yayımlanan “Beraber ve Solo Ölümler” kitabının editörlüğünü yapma mutluluğunu da tatmıştım. O yüzden, affınıza sığınarak, biraz bilmişlik edeceğim.
Bu kitabında, şairin ilk kitabı “O Güzel Narin Gelin”den (1982) beri etrafında döndüğü, tanıdık temalarla, imgelerle, sözcüklerle karşılaşacak okur. Kırk yıla yakın bir şiir deneyiminden bahsediyoruz, dile kolay: Hevesini kaybetmeyip yazıp yayımlamakta inat eden her yazar/şairin önünde dikilen bir tehlike var, adına “tekrara düşme” diyorlar. Nedir, tekrara düşmek meselesinin başka boyutları da var: Şairin/yazarın yıllar içerisinde kendisinin kıldığı, kendi sözlüğüne kattığı bazı konular, sözcükler, imgeler etrafında dönmesi, bence yazarın/şairin yerinde saydığını ya da tekrara düştüğünü değil, bilakis şiirinin/edebiyatının dokusunu daha sıkı ördüğünü gösterir.
Bu antrakt’tan sonra “Sarıl Bana Gökyüzü”ye dönelim. Halim Yazıcı’nın son kitabında, son birkaç kitabında olmayan iki yenilik (ya da farklılık) gördüm ben. Şairin yıllardır kalbinde beslediği, nahiflikle emzirdiği imgeler var bu kitabında da fakat daha da nahif biçimde ve yer yer umutsuz gibi görünse de aslında tersine işaret eden, doğayla ve kendiyle daha barışık bir Halim Yazıcı şiiri bu.
İkinci yeniliğe/farklılığa gelelim: Şairin daha eski şiirlerinde karşılaştığımız uzun dizelerin “Sarıl Bana Gökyüzü”nün bazı şiirlerinde karşıma çıkması, sevindirdi beni. Kısa, hatta kıpkısa dizelerden oluşan kısa boylu şiirler, eğer itina gösterilmezse, yanıltabilir okuru. Derin ve “az’dan çok şey anlatanı”, basit sanabilir okur. Öyle ya, zeytin tanelerinden özür dileyen bir şairle karşı karşıyayız, bu keşmekeş çağında bunu anlamak herkesin harcı olmasa gerek.
Aslında çokça alıntı vermek isterdim kitaptan ama dizeleri bağlamından koparmaya elvermiyor gönlüm. “bir pergamon masalı” başlıklı şiirle yetinelim, şimdilik:
dünyanın bütün zeytinliklerinde
ve pamuk tarlalarında alnından vurulan
üveyik kuşlarından başka bir şey değildim
10.Mart.19
Salâh Bey, cigarayı bıraktığının 21. gününde (bunu Bir Zavallı Sarı At kitabındaki “Cigarayı Nasıl Bıraktım” başlıklı denemesinden doğrulayabilirsiniz), 3 Ocak 1980 tarihli günlüğüne şunu yazmış: “İçimden bir el sanki nikotin desteleri çekmek istiyor. Cigara içmek değil, buz kalıpları gibi nikotin yutmak istiyorum.”
Ben, şimdilik, nikotin ihtiyacından ziyade, sanki dişim düşmüş, dilim de ağzımın içinde sürekli oraya, o boşluğa gidiyormuş gibi tuhaf bir şey hissediyorum. Bir şey eksik, çok büyük bir şey eksik ama nikotin değil bu! Dayanabilirsem çözdüm demektir bu işi, biraz dişimi sıkmam gerek: Salâh Birsel bıraktıysa, Enis Batur bıraktıysa (bunlar 40-50 yıllık tiryakiler, dile kolay), ben haydi haydi bırakabilirim.
Ola ki bu illetten kurtulabilirsem, eleştirdiklerim gibi olmayacağım ey okur. İçenleri “bırak artık şu mereti” deyip deyip darlamayacağım. İçen içsin, keyif alan hiç bırakmasın!
Çünkü Cigara içenlere hiçbir şey sormayınız!
11.Mart.19
İşte okuma listesini akim bırakan bir kitap daha: Tarihi Kırıntılar.
1. Çok şükür ki burada eleştiri değil, günlük yazıyoruz. Hem Barış Bıçakçı, benim üzerine konuşacağım, yorumda bulunacağım bir yazar değil. Barış Bıçakçı’nın kitabı çıkar çıkmaz alır, okurum. Okurken kitabı bağrıma basıp kederlenir, güler ağlar ve keyiflenirim. Bu kadar.
2. Mehmet Güreli’nin bir söyleşisinde duymuştum: Salâh Birsel, yeğeni olan Mehmet Güreli’ye, “Yahu, Mehmetçiğim, edebiyat bilmeyen insanla ben ne konuşacağım?” dermiş.
Barış Bıçakçı’yı artık üzerinde konuşmaya lüzum görmeyecek kertede bilenlerle konuşmak istiyorum (bu dilemmayı seviyorum), bu kadar.
Tarihi Kırıntılar’ı elbette okumuş olanlara Neler Almalıyım Yanıma’dan sesleniyorum:
Zaman için: yer değiştiren gölge –yeterli–
Mevsimler için: portakal, böğürtlen, ayçiçeği
Aşk için: unutkanlık ya da
Dikkatle kullanılan ve değiştirilebilen birkaç anı
Öfke için: Marx, Lenin, vb.
Okumak için: Dostoyevski, Marquez, Sait Faik
–başkaca kim olabilir düşünmeli
Şiirse, elbet
Akdeniz şairleri.
12.Mart.19
PEN Türkiye Merkezi, “PEN Ayın Kitabı”nı (Şubat) Tuncay Birkan’ın yazdığı Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri (1930-1960) olarak belirlemiş. Doğrusu, Zeus’tan bir mani çıkmazsa, benim de bugünlerde ilk fırsat bulduğumda el atacağım kitaptır bu. Ve fakat ben, PEN’in açıklamasının sonuna gelip oradan başka bir yere gidelim diyorum. PEN’in açıklamasının son kısmı şöyle:
Ayrıca Refik Halid Karay’ın kitaplarına girmemiş yazılarını araştırıp, tarayıp, derleyip toplayıp, “Memleket Yazıları” üstbaşlığıyla tam 18 cilt (yazıyla onsekiz!) yayımladığını da hatırlatıyor ve Birkan’ı 18 kez daha kutluyoruz.
Gerçekten de büyük bir emek Birkan’ınki. Ne kadar teşekkür etsek az. Benim bu minval üzere şahit olduğum tuhaf olay ise şu: Memleket Yazıları’yla ilgili bir yazıya rastladım, hem de uzunca bir yazıydı. Tuncay Birkan’ın T’si anılmıyordu o yazıda. Çok tuhaf değil mi, değil mi?
***
Ve günün sözü: Göle su gelene kadar kurbağanın gözü patlar.
Onur Çalı