Bu soruşturmadan yararlanarak hikâyeciliğimizin bugünkü bellibaşlı zorluklarına kısaca değineceğim.
Yaratışlarıyla kendilerine sanatın cevheri verilmiş hikâyecilerimizin hemen hepsi, daha ilk eserlerinde (ilk kitaplarında), okurları büyük umutlara düşürerek, hikâyeciliğimizin orta çizgisini kolayca tutarlar, ama, bu çizgiyi pek azı aşabilir. Bir kısmı, hikâye yazmayı, körpeliğin geçici sanat heveslerinden sanıp bırakır, kaybolur gider. Bir takımı da, ilk vardıkları yerde, ömürlerinin sonuna kadar debelenir durur.
Kaybolup gidenler gibi, kolayca vardıkları orta çizgide takılıp kalanlarda, amatörlüğü yenememiş olanlardır. Amatörlük, yaratılışın verdiği sanat cevherini çalışarak geliştirmek inadından, yaratıcılığın çilesini çekmek sabrından yoksun olmaktır.
***
Orta çizgiyi aşanlar, kendilerine yaratılıştan verilmiş sanat cevherini ömürleri boyu çalışarak geliştirenlerdir.
Sanatçının çalışması, kitaplar, konularının plânları üzerinde ve yazdıklarını tekrar tekrar düzeltmekle olur. “Orta çizgiyi aşayım” diyen sanatçı, herşeyden önce, okuduğu kitapların, çevresinin ilk etkisinden kendisini kurtaracak kültür gücünü tutmıya çabalamalıdır. Sanatçılar değerli kitapları, ancak eserlerinin tasarıları doğrultusunda aşabilirler. Buna güç yetiremiyenler, gündelik gazetelerin, moda fikirlerin etkisinde kalır, bundan kurtulamazlar. Fikir yolunda olduğu gibi, sanat yolunda da sık sık tökezlemek, çıkmazlara sapıp dönelemek, kısacası zaman kaybetmek, doğru yürüyenlerle, bir daha kapatmamak üzere, arayı açmak, artık sonuna kadar geride kalmak demektir.
Değişmeleri izlemek, içlerinden işe yararları –yani geleceği etkiliyecekleri– yanılmadan seçmek, çoğu zaman şuurdan bile hızlı işleyen gerçek sanatçı sezgisi ister. Sanatçı sezgisi, günümüzde, çok çeşitli ve çok köpoğluca hazırlanmış aldatmacalara karşı sanatçının en önemli dayanağıdır. Çünkü, şuurumuz bizi, hele taraf tuttuğumuz sıralar, kısa ya da uzun süre aldatır.
***
Çok çalışmak meselesinde Türk sanatçıları öteki ülkeler sanatçılarından bir kaç kat fazla çabalamak zorundadırlar.
Şundan ki, başka ülkelerin sanatçıları, salt kendi milli gerçekleriyle boğuşup yanlız onların hakkından gelmiye uğraşırken, Türk sanatçılarının önlerinde yüz elli yıldan beri ÇİFT GERÇEKLİLİK belâsı vardır. (Burda söz konusu olan ÇİFT GERÇEKLİLİK, ülkeler arasındaki kültür alış verişinin olağan etkisi değildir. Dünyada şimdiye kadar bizdeki biçimiyle hiç bir toplumun başına getirilmemiş BATILAŞMA belâsıdır). Batılaşma, bize yüz elli yıldan beri, batılı gerçekler taşımaktadır. Bunların çoğu, kendi gerçek yolumuzu kaybettiren yalancı gerçeklerdir. Bir kısmı da çoktan eskidiği için fayda yerine artık zarar vermektedir. Bunun yanı sıra, toplumumuzun kimi tarihsel gerçekleri, “Onlardan kurtulduk” diye, kendimizi ne kadar aldatmıya çalışırsak çalışalım, varlıklarını sürdürerek kişiliklerimizin oluşunu, davranışlarımızı temelden etkilemektedirler.
Çift Gerçekli toplum olmamızdan en çok zarar gören sanatımızla sanatçılarımızdır. Türk sanatçıları bir yandan bir kısım tarihsel gerçeklerimizin etkisinden kurtulmıya çabalarken, bir yandan da hakkından yüzde yüz gelemiyeceğimiz yabancı gerçekleri kullanmak için paralanmaktadırlar. Batının önceden birikmiş fikir ve sanat eserleri, gözlerimizi kamaştırıp temellerinden sömürüyü saklıyabilirken, oradan gerçekler aktarmacılığı faydalı gibi görünüyor, bu aldatmacayı devletimizin ve hükümetlerimizin baskılı tutumu, okullarımızın da aracılığıyle, sürdürüyordu. (Burda, memleketimize yüz yıllar boyu yerleşen gizli açık yabancı örgütlerin, her çeşitten yabancı okulların etkilerini de hesaba katmalı)… Bir vakitler, başta bazı padişahlar olduğu halde, Osmanlılar tarafından uygulanan bu Batılaşma yolu, İmparatorluğu dağılmaktan kurtaracak sanılmakta, kurtuluş da meşrutiyetten umulmaktaydı. 1908’den sonra, on yıla varmadan, koca imparatorluk çöküp dağılınca bizdeki uygulama özellikleriyle Batılaşmanın nasıl bir aldatmaca olduğu bütün çıplaklığıyla meydana çıkmıştır. Bu örtbas edilmez acıklı sonuç karşısında, Türk sanatçıları, Batıdan aktarılan gerçeklerle er-geç hesaplaşmak, bunların molozlarını bir yana itip kendi gerçeklerimize ciddiyetle dönmek zorunda kalacaklarını hep akılda tutmalıdırlar.
***
Kendi gerçeklerimize dönmek demek, yabancı fantezilerden, maskaralıklardan yararlanmak kolaylığını bırakmak, Türk okurlarının karşısına yerli gerçeklerimizle çıkmak demektir.
Memleketimiz o, İkinci Dünya Savaşı denilen kıyametten bu yana, “Az gelişmiş”, “Geri kalmış” iftiralarının yoğun saldırısı altındadır. Amaç bizi, kendi kendimizin karşısında AŞŞALIK DUYGUSUNA düşürüp savunuşuz bırakmaktır. Bu düşman iftiralarına, yurdumuzun nice nice “profosorları”, nice nice yazarçizerleri katılmışlardır. Oysa onurlu tarihi olan, bu tarihi layık bilgilere sahip bulunan Türk aydınları, bir çok batılı ülkeler aydınlarından üstün niteliktedirler.
Türk hikâyecileri, kendi gerçeklerimiz üzerinde ciddiyetle çalışmaya başladıkları zaman böyle bir aydın okur kitlesiyle karşılaşacaklarını göz önünde bulundurmalı, bilgide onların gerisinde kalmamak gerektiğini de unutmamalıdırlar.
***
Türk hikâyeciliğinin önündeki bir başka zorluk, gerçeklerimizin, romancılarımız tarafından, derinlemesine ve genişlemesine henüz kullanılmamış olmasıdır. Romancılar kendi alanlarını, ana meselelerimizde bile, yeterince işleyemediklerinden hikâyeciliğimizin sınırları belirmemiştir. Romanın kendi ödevlerini yerine getirmemesi, hikâyeciler gibi bir takım romancıların da işlerini zorlaştırır. Böyle ortamlarda, hikâye konularından sulandırıp uzatarak roman yazmaya kalkan kimi romancılarla roman parçalarından hikâyeler yazmaya kalkan hikâyeciler çokça görünür. Bu hal kargaşalığın gerçek sanat aleyhine sürüp gitmesidir.
***
Sanat zorluklarından söz ederken yazı dilimizin çoktandır içinde debelendiği gereksiz kargaşalığı akla getirmemek olmaz. GARP TÜRKÇESİ denilen büyük dilimiz en ince fikirlerle en yaman duyguları kolayca anlatacak güçtedir. Halkımızın konuşma dilinde kullandığı dehâ kaynaklarına sanatçılarımız en kısa zamanda ulaşmıya çalışmalı, dünyanın en büyük dillerinden biri olan dilimizi en kısa zamanda sanat eserlerimizin yaratılmasında en büyük yardımcı haline getirmelidirler.
Halkların anlatım dehâsıyla işlenerek gelişmiş büyük dillerin bulunmadığı yerde, düşünmek mümkün olamaz ki, yazmak söz konusu edilebilsin!
Yansıma Dergisinin “Günümüz Türk Hikâyesi Özel Sayısı”nda (1972) yayımlanmıştır. Kemal Tahir’in imlasına dokunulmamıştır.