Edebiyat ortamımız, ülkemizin diğer ortamlarından farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az ve sair. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Hem, kağıt oyunu oynayanlar bilir; ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?
Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştım. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.
Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?
Yıllarca elimin eriştiği yerde hep bir kitabım oldu. Geçmişteki bu yılar içerisinde ne yazık ki yazmaya gereken ilgiyi gösteremedim. Emekli olduktan sonra boş –aslında daha dolu hale getirilebilecek– zaman konusunda çokça ‘zenginledim.’ Kısa notlar denemelere, denemeler daha derli toplu yazma arayışlarına uzandı. Aslında süreci bütünüyle tanımlayamıyorum. O kadar sürünerek ilerlediği zamanlar vardı ki…
Yazma uğraşını neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdın?
Okuyup yazma denemelerim sürerken bir yandan sürekli insan arsındaydım. Yaşadığım taşra kasabasında tanık olduklarım, köyde, dağda bayrıda insan içinde gördüklerimi ‘olduğu gibi’ anlatmak istemiyordum. Bu bana çok yalın ve sınırlı geliyordu. Ama bir zeytin hasadını, elden ayaktan kesilmiş çobanın zorda kalarak dağdan inişini, köyün sokaklarında dolaşırken nereden geldiği belirsiz bir keçi çanına saçları diken diken kulak kesilmesini, kapkaranlık, aysız gecede yakamoza çıkan balıkçıları, bir mor soğan kabuğunu, bir martıyı, örümcek ağını en rahat kurmacayla, yani öykü diliyle anlatabileceğimi düşündüğümden seçtim. Öykü bunun en uygun yolu olarak göründü.
Yayınevini nasıl belirledin? İlk kitabın yayımlanma sürecinde neler çektin?
Kitabını yayınlatmamış yazma tutkunlarına şans tanıyan birkaç yayınevinden biri de Notabene yayıneviydi. Onlara dosyamı gönderdim. Büyük yayınevlerini tercih sıralamamın sonlarına koymuştum. Yazdıklarımın ne olduğundan çok, ellerinde çok fazla dosya olacağını düşündüğümden dolayı bu karara varmıştım. Yayınevinden olumlu yanıt geldi. Süreç böyle sonlandı.
Kitabı yayıma hazırlama sürecinde sana yol gösteren, yardımcı olan bir editörün oldu mu? (Eğer olduysa, editöründen razı mısın?)
Dosyanın yayınlanabilir duyurusundan sonra, editör Sibel Öz ile çalıştık. Yayın dünyası konusunda, burada çalışan kişiler, yaklaşımları, iş ilişkileri, nasıl çalışıldığı konusunda hiçbir bilgim yoktu. (Hala yok.) Sibel Öz, sevecen, iyi niyetli, yardımsever kişiliği ile, konusunda uzman, zanaatkâr özellikleriyle, dosyayı baştan sona kadar ‘didikleyerek’ bana yardımcı oldu. Okumalar ve düzeltmeler aşamasında sürekli olarak iletişimde bulunduk, dertsiz, tasasız, sıkıntısız bir basıma hazır Ah Kamilâçıkardık ortaya. Çok keyifli bir çalışmaydı.
Öykülerin ilk yazım aşamalarında Eren İnan Canpolat ile Barış Acar’ın yardımları olmasaydı bu kitap olur muydu bilmiyorum. Bir şeyler yazabileceğime, yazabildiğime benden çok önce inandılar. Bu anlamda onlara çok şey borçluyum.
İlk kitabınla hayatında neler değişti? Neler ummuştun ne buldun?
İnsanların yazdıklarımı okuması, daha çok insanın okuması iyi bir şey. Bunu yadsımıyorum. Ama doğrusunu isterseniz, ben bu kitaptaki öyküleri –hatta birkaç tanesini bir iki kişiye– iki dağ arasında sıkışıp kalmış bir köydeki insanlar için yazdım sanırım. Bu nedenle de, Ah Kamilâ basıldığı an, köydeki kahvelere üçer beşer koyup daha çok kahveye çıkmaya başladım. Teyze oğlu, şunu oku, dediğim öyküyü okuduktan sonra, uzun uzun kafası yerde kalakaldı, başını kaldırıp baktı; “Ben o kadar kaçmamıştım ki! Ama babam hep öyle, eve girmeden, dış kapının önünde öksürürdü rahmetli,” dediğinde, dağdan gelen yaşlı bir arıcı, çekine sıkıla, kitabımı nereden edineceğini sorduğunda, ona imzalayıp verdiğimde, yüzündeki dalgalı hallerde, sonra o yaşlı adamın kitabımı dağ başında, elli yüz kovanın arasında okuyacağını düşündüğümde, bu güne kadar bilmediğim, yaşamadığım şeyler duyumsadım. Bunlar başkalarına çok naif gelebilir. Bana yetti.
Telifini alabildin mi/alabilecek misin?
Orta halli bir yol bulduk yayınevi yetkilileriyle birlikte. Bu konuda bir sıkıntı yaşamadım.
Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Sen salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdin?
Sarnıç, Yeni e, Lacivert gibi edebiyat dergilerinde öykülerim yayınlandı. İçerik olarak nitelikli dergilere her zaman olduğu gibi bugün de büyük bir gereksinim duyuyoruz. Yayın dünyasının hep bir darlıkta olduğu söylendi durdu. Bir şekilde bu günlere geldik. Dergilerin bir şeyler yazmaya çalışan, kimsenin adını sanını duymadığı insanlara el uzatması, diğer yandan da dergilerin de öncelikle okunması gerektiğini düşünüyorum.
Kitabın yayımlandıktan sonra yakın çevrenin ve ailenin yazmak/okumak uğraşına bakışları değişti mi? Yazıyla ilişkinde ciddi olduğuna ikna oldular mı? Kitap sana bu anlamda bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırdı mı?
En büyük moral desteğini anamdan aldım. Tarladan gelmiştik. Zeytin hasadı. Kapıdan girdiğimizde gördüm kargo paketini. Açtım hemen. Ah Kamilâ’nın baskıları çıktı içinden. Aldım birini. Anama yaklaştım. Baktı. Yüzü asıldı. “Bu yaşa geldin, hala kitap! Daha doymadın mı kitaba?” dedi. Gözlüklerini verdim. Taktı. “Oku bakalım kapağı,” dedim. Okudu. Yüzü değişti. Anlamamıştı. “Bu kitabı ben yazdım” dedim. Geniş bir gülüş yayıldı yüzüne. “Aferum ve!” dedi sadece. Daha ne olsun?
Yakınlarım, eşim, çocuklarım yazıyla olan ilişkimi vaktinden beridir biliyorlar. Bunun bir kitaba ulaşmasını mutlulukla karşıladılar tabii ki. Zaten sözcüklerle arama hiç girmediler.
Yaşamın yazmadan önce geldiğine inanıyorum. Bu nedenle de benim için yazma özgürlüğü; dalında toplanacak zeytin, ekilecek, sökülecek, örülecek mor soğan, sulanacak erik fidanı olduğu sürece bir kenarda sırasını beklemek zorunda ne yazık ki. Bu anlamıyla önceliği var yaşamın. Bu kitabımın bana verdiği en önemli kazanım, “Yazabiliyorum galiba,” kanısıydı. Bu benim için çok şey ifade ediyor.
Peki, bundan sonra?
Yaşamaya ve yazmaya devam. Belki yarın uzun bir merdivenlerle zeytin ağacına çıkarım. Yukarıda, tepede bir cümle gelir aklıma. İnerim. Not defterime bir şeyler çiziktiririm aceleyle. Bizimkiler bana gülerler, dalga geçerler. Varsın geçsinler. Hayatım böyle yaşanıp gidecek.