30.Eylül.18
Bugün Dünya Çeviri Günü. Biz çevirmenlerin piri olan ve “İbranice orjinalinden Eski Ahid’in eksiksiz Latince tercümesini tamamlayan” Aziz Jerome’un ölüm günüdür 30 Eylül. Kutlu mutlu olsun da, adamın toprağı da bol olsun, nur içinde yatsın. Amen.
Çok şey söylenebilir çeviri hakkında, kuramsal şeyler. Çevirmenlerin çalışma koşulları hakkında somut şeyler de söylenebilir. Söyleniyor da zaten, biz de yazdık söyledik evvelce.
Ben bir hususta dikkatinizi çekmek istiyorum sadece. Öğretmenler Günü, Hemşireler Günü, Ziraat Mühendisleri Günü filan var. Ne ki Dünya Çevirmenler Günü değil 30 Eylül, Dünya Çeviri Günü. İşte sadece bu bile çevirmenin konumu hakkında ziyadesiyle fikir verebilir. Çevirmenin gölge gibi olmaklığı meselesi… Metnin, konuşanın, yazarın önüne geçemez çevirmen. Hep bir adım arkada duracaktır. İşler kötü gittiğinde ilk suçlanacak kişiyken, işler iyi gittiğinde en son akla gelen kimse olacaktır. Çevirmenin laneti de bu işte. Mücrim mütercim.
2.Ekim.18
Miroslav Penkov’un “Batının Doğusu: Öykülerde Bir Ülke” adlı kitabına sonunda el atabildim. Kitabın adı kendisini fazlasıyla açıklıyor. Bulgaristan’ın Osmanlı hakimiyetindeki halinden komünizm günlerine, komünizmin çökmesinden AB’ye katıldığı ve karakterlerden birinin demesiyle “bittiği” 2007 yılına ve sonrasına kadar tümüyle kuşatıyor Bulgaristan’ın tarihini. Nedir bu kuru kuruya bir tarih aktarımı değil elbette. İyi yazılmış hiçbir kurgu eser bunu yapmaz zaten. Nitekim yazar, bir radyo söyleşisinde, belki de “yaşadıklarını yazmış” yargısını savuşturmak için şunu fıslıyor: “Şahsi deneyimlerimi yazmak istemiyorum, yazmamın amacı bu değil. Kendi Bulgaristan’ımı yaratmayı çok isterim; okuduğum, bildiğim tarihine ve folklorüne çok benzemeyen, hayal ettiğim bir tarihi ve folklorüyle kendi Bulgaristan’ımı.”
Bunu başarıyor da.
Aynı söyleşide, kitaba adını veren öyküden bahsederken “Bu öyküye hüzünlü ya da acıklı bir öykü gözüyle bakmıyorum” diyor Penkov. Nedir, yalnızca bu öykü değil, kitaptaki tüm öyküler oldukça hüzünlü. Pür hüzün değil elbette. Çünkü Miroslav kardeşimiz her ne kadar öykülerini İngilizce yazmış ve yıllardır Bulgaristan’dan ve Bulgar dilinden uzak yaşıyor olsa da yazdıkları Balkan havasında. Yani hüzün ve mizah bir arada, ölüm ve yaşam gibi. Tıpkı Sezen Aksu & Meral Okay ikilisinin Goran Bregoviç’in müziklerinden devşirdikleri albümün adı gibi: Düğün ve Cenaze.
Kitabın “Teşekkür” bölümünde birçok insana şükranlarını sunduktan sonra şöyle yazmış Penkov: “Güzel Bulgarca, hikâyelerimi yabancı bir dilde, artık bana hoş ve yakın gelen bir dilde yazdığım için beni affet.”
Bu günah çıkarma nevinden sözlerin altında yazarın kendisiyle uzunca bir didişme sürecini atlattığını seziyorum. Nedir, “Devşirme” adlı öykünün anlatıcısı ve kahramanı Mihail (yeni adıyla Michael), kızına anlattığı masalın (Devşirme Ali İbrahim’in ve dünyanın en güzel kadını olan büyük ninesinin sergüzeştlerinden oluşur bu masal) antresinde şöyle der ve bence bu sözler yurdundan ve dilinden ayrı yaşayan Miroslav Penkov için de geçerlidir: “Bu hikâyeyi eskiden beri pek çok kişi anlattı, pek çok kişi bu hikâyenin şarkısını yazdı, ama ben hikâyeyi onlardan öğrenmedim. Doğar doğmaz biliyordum ben bu hikâyeyi. Havada, suda, toprakta, annemin sütünde yazılıydı.”
217. sayfadaki bir dizgi hatası müstesna, ufak bir hata var kitapta. Büyük yayınevlerinin yayımladıkları bazı kitaplarda bile onlarcasından olabiliyor bu türden hataların. Yüz Kitap çalışanlarının çok özenli işler ortaya koyduklarını ve geri bildirimi önemsediklerini bildiğim için yazıyorum bu ufacık kusuru: Batının Doğusu adlı öyküde, adamımız Burun, büyükannesinin kıyafetinden bahseder iki yerde. 39. sayfada “anneannem” derken, aynı büyükanneden ve elbisesinden bahsettiği 53. sayfada ise “babaannem” der. Nazar boncuğu olsun bile denebilir bu ufarak hata için…
Öykülerin muhteşemliği üzerine, fark etmişsinizdir, tek söz etmedim. Fevkalade demekten gayrısı gelmiyor elimden. Muhakkak okuyun, muhakkak!
Hamiş: Öykülerini İngilizce yazan Penkov, kitabının Bulgarca baskısının çevirisini de kendisi üstlenmiş. Yukarıda andığım söyleşisinde bu tecrübesinden de açıyor. Anlıyoruz ki bu, çeviri olduğu kadar zaman zaman “yeniden yazım” olarak adlandırılabilecek bir işe denk geliyor. Her çevirmenin mutlaka hissettiği “ben olsam böyle yazardım” duygusunu hissetmemiştir herhalde Penkov.
4.Ekim.18
Orhan Veli’nin meşhur şiirini bilirsiniz: Ayrılış. Şarkısı bile var. 1949 yılının Ekim ayında, Ailedergisinde yayımlanır, sonra da 1949’da çıkan son kitabı Karşı’da.
Cahit Irgat’ın, bu dünyayı terk eylemiş sevgili dostlarını anlattığı Çok Yaşasın Ölüler kitabından (yazılar, kitap olarak ilk kez Notos tarafından 2011’de yayımlanmıştır) öğreniyoruz şiirin sergüzeştini.
Sene 1948. Cahit Irgat, Fransa’ya gidecektir. Rıhtıma gelip onu uğurlayanlar arasında Orhan Veli de vardır. Yazının tam burasında Orhan Veli’ye hitap ederek yazar Cahit Irgat: “Mendil sallamıştık birbirimize. Sen kalemini çıkarmıştın, Kulüp sigarası arkasına:
Baka kalırım giden geminin ardından;
Atamam kendimi denize,
Serde erkeklik var, ağlayamam.
şiirini yazıp bana göndermiştin, Paris’e. İlk şekli buydu şiirin.”
Sözün özü: Cahit Irgat’ın demesine göre, ikinci dizenin sonundaki “dünya güzel” kısmını sonradan eklemiştir şiirine Orhan Veli.
Cahit Irgat’ın yazılarına gelince, klişe olacak ama şair elinden çıkma, samimi, ilk elden değerli tanıklıkları önümüze seren, kendi deyimiyle “duygusal bir açıdan” yazılmış yazılar bunlar.
Birkaç gün önce Çeviri Günü’nü “kutladık”. Cahit Irgat’ın “Orhan Veli’yle Aynı Kadını Sevmiştik” adlı yazısındaki bir cümle beni, hiç neden yokken, çeviriye yönlendirdi yine. Biliriz ki şairler dilin sınırlarını zorlarlar, işte tam da bu nedenle çevirmenleri de büyük ve fakat latif güçlüklerle karşı karşıya bırakırlar. Lütfen söyleyiniz, alıntılayacağım şu kısımdaki cümleyi (hangisi olduğunu şıp diye anlayacaksınız) nasıl çevirebilirsiniz ki başka bir dile? Hatta Türkçeye?
“Bu şehri gemiciler kadar bildim. Sonra en çıkmaz sokakları öğrettim onlara. Islık çalar gibi rahatça tükürmeyi, simit yemeyi, balık tutmayı onlardan öğrendim. Ve marul mevsiminde gemi kalçalarına arzulanmayı onlardan öğrendim. Denize bakıp homurdanmayı onlardan öğrendim.”
***
Bir çeviridir tutturduk gidiyoruz: Birkaç sene önce bir arkadaşım, Enis Batur’un bir yazısında bu öyküden bahsettiğini söylemişti, bunun üzerine Jean Giono’nun “Ağaç Diken Adam” adlı öyküsünü bulup İngilizceden çevirmiştim. (Meraklısı buradan okuyabilir.)
Geçen gün Dost’ta dolaşırken tesadüfen elimi attığım “Hâneberduş” (Sel, 2010) kitabında bahsediyormuş meğer Batur bu öyküden. “Ben olsam, bütün okul kitaplarına aldırtırdım” diyor hatta. Yalnız bu öyküden değil, Giono’nun “Zeytin İçin Şiir” adlı bir metninden de bahsettiği yazısını bir soruyla nihayetlendiriyor:
Küçük bir kitap inşa etmek isterdim: “Ağaç Diken Adam”; iki bölümden oluşan, topu topu yirmi sayfalık “Zeytin’in Şiiri”; belki bir kısa parça daha. Kim kalkabilir çeviri işinin altından – bugün?
Enis Batur, “ikinci dilden çeviriyi” dert etmeyecekse, ben çevirdim işte! Zeytin’in Şiiri’nden de haberdar olduk madem, bulabilirsem o çeviri işinin altından kalkmaya da çalışırım.
Hamiş: Birkaç sene evvelki bir Bergama Kermesinde, bu öykünün adını söylemekle Artun Ünsal’dan aferini kapmıştım. Çekindiğimden, öyküyü çevirdiğimi söyleyememiştim bile. Söyleyebilsem, daha ne aferinbadlar kapardım kim bilir!
5.Ekim.18
Tesadüf bu ya, Calvino’nun “Varolmayan Şövalye”sinde de çevirmenlere rast geldik! Tesadüf diyoruz ya, pek de tesadüf değil aslında. Çünkü biz ne okuyup görüyorsak hepsini buraya boca ediyor değiliz ey okur! Kulağımızı, dilimizi, gözümüzü ve dahi tüm duyargalarımızı dört açıp malzeme topluyor, tasnif ediyor, aralarından seçiyor, özenle marine ediyor, bir de özel karışımlı baharat sosumuza bir güzel yatırıp öylece getiriyoruz bu meclise.
Çevirmenler demiştik. Calvino, savaş ortamında çevirmenlerin önemini de şöyle anlatıyor efendim. Önce çarpışma sırasında tarafların birbirlerine sunturlu küfürler savurduklarından ve tarafların kendilerine nasıl bir küfür savrulduğunu bilmelerinin öneminden açarak şöyle devam eder: “Dolayısıyla, birbirinin meramını anlamak önemliydi, ama Mağriplilerle Hıristiyanların, ortada dolaşan onca mağrip ve hıristiyan lehçesi varken birbirlerinin meramını anlamaları kolay değildi; diyelim ki ne demeye geldiğini anlamadığın bir küfür yedin, ne yapacaktın? Yutup oturman gerekirdi, üstelik, Tanrı bilir, ömürboyu haysiyetinden olmuş olacaktın. İşte bu nedenle, çarpışmanın bu aşamasına çevirmenler de katılırdı: hafif silahlarla donatılmış, ufak-tefek atlara bindirilmiş bir çevik kuvvettiler, dört bir yanı dolaşır, sövgüleri havada yakalar, kime yöneltilmişlerse anında onun diline çevirirlerdi.”
Edebiyat atölyesi gibi bir roman bu Varolmayan Şövalye. Tahmin edebileceğiniz üzere, masalsı öğelerle süslenmiş bir şövalye romanı parodisi. Ve fakat bu masal havası içinde, başka yazarlarda sakil durabilecek büyük gerçeklerin izini sürmek de mümkün. Ustalık da burada! Roman, önsözü ve sonsözüyle birlikte (her ne kadar kitaba ön ve/veya son söz eklenmesinden pek hazzetmesem de) okunduğunda salt yeteneğiyle değil, müthiş disiplini, felsefesi, zekası ve çalışkanlığıyla muhteşem bir maç çıkartan bir 10 numarayı izlemiş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Onur Çalı