“Ben yalnızca görevimi yaptım.” Bu sözcükler, trajik sonuçları olan toplumsal olayların sonrasında en sık yinelenen savunma biçimidir. Söyleyen genellikle üniformalıdır ve o dönemde üniforması üzerinde olduğu için kendisine ne emredildiyse onu yapmıştır. Emredileni sorgulamamıştır. Emre itaat doğal ve gereklidir ona göre. Yakın tarihimiz de bunun sayısız örnekleriyle doludur. Görev meselesi en çok aklın ve vicdanın sınırlarını zorlar. Sonuç ne olursa olsun “görev duygusu”nun arkasına sığınmak ise aklı başında olanların kanını dondurmaya yeter. Çünkü vicdana sığmayan pek çok şey bu iki sözcüğün ardına saklanmıştır.

Haziran ayı sonlarıydı, “İdeoloji ve Sanat” üzerine konuştuğumuz bir derste yeniden aklıma gelmişti Siegfried Lenz’in “Almanca Dersi” kitabı. Alman milliyetçisi ressamların Alman ideolojisi çerçevesinde yaptıkları resimler üzerinden Nazizmi konuşurken, kitabın ana konusunu anlatıp etkileyici üslubundan dem vurmuştum. Aklımda böyle şahane bir şekilde yer etmiş kitabı okuduğum günlerde zamansızlıktan yarım bıraktığımı da hatırlamıştım. O kadar söz edip okumamak olmazdı ve kitabı bu sefer baştan sona okudum.

Yazarı Siegfried Lenz, Doğu Prusya’nın Lyck kentinde (şimdiki Polonya’nın Ełk kasabası) 1926’da doğmuş. İki gölün arasında yer alan, “işçiler, küçük esnaf ve tüccarlar, balıkçılar, süpürge üreticileri ve sebatkâr memurlardan” oluşan bu küçük kasabada babası gümrük memuruymuş. Çocukluğu bu orta halli insanların arasında geçmiş. Okulu bu kentte bitirdikten sonra, 1943’te Alman donanmasına katılmış. İnfazlara tanık olup savaşın dehşetini idrak edince Danimarka’ya kaçmak istemiş ancak Almanya’nın en kuzey eyaleti Schleswig-Holstein’de İngilizlere esir düşmüş. İngiliz ordusunda bir süre tercüman olarak çalıştıktan sonra serbest bırakılmış ve Hamburg’a dönmüş.

Lenz, 2.Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatının etkili yazarlarından biri olmuş. Aralarında Günter Grass, Heinrich Böll, Walter Jens, Ilse Aichinger, Erich Fried, Alfred Andersch ve Ingeborg Bachmann gibi yazarların da bulunduğu 47 Grubu yazarlarından biri.

siegfried-lenz-ve-gc3bcnter-grass-1
Siegfried Lenz ve Günter Grass

Lenz’in edebiyat dünyasına girişi savaştan sonra öğretmen olmaya karar verdiğinde gerçekleşmiş. Hamburg Üniversitesi’nde felsefe, İngiliz Dili ve edebiyat tarihi eğitimi görmüş. Die Welt gazetesinde muhabirlik yapmış. 1951’den sonra Hamburg’da yaşamını sadece yazarlık uğraşı ile kazanmış.

Lenz 18 yaşındayken Nazi Partisi’ne üye olmuş. Bu durum Haziran 2007’de yayınlanan belgelerle ortaya çıkmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında 20’li yaşlarında olan Alman ve Polonyalı yazarların yaşamlarına baktığımızda kimilerinin Hitler’in gençlik hareketinin içinde yer aldığını görür ve şaşkınlığa uğrarız ister istemez. Günter Grass ve Martin Walser gibi. Çoğu parti için çalıştığını saklasa da sonradan açıklanan belgelerle bu gerçek ortaya çıkmıştır. Lenz partiye gönüllü bir şekilde katılmadığını, katılımın o dönemde gençler için zorunlu olduğunu ve kendisinin de yetkililer tarafından üye yapıldığını savunmuş.

1968’de yayımlanan “Almanca Dersi” romanı da tam olarak bu “zorunlu yapılan”, yani yaptırılan işler meselesi üzerinde duruyor. Lenz romanında, mantık ve vicdan arasındaki köprüyü yıkıp geçen “görev duygusu”na odaklanıyor. Bu iki taraflı ilişkiyi, yani emredenle emir alanın mutlak ve değişmez ilişkisini yaşanmış bir olay üzerinden derinleştiriyor.

mask-iii-emil-nolde-1911
Mask III, Emil Nolde, 1911

Romanda Nazi döneminde konulan akıl almaz bir yasak ve onun doğurduğu sonuçlar anlatılıyor. Savaş sürerken, Almanya’nın kuzeyinde, kıyılarından gelgitin eksik olmadığı, küçük bir sahil kasabasında yaşayan ressam Max Ludwig Nansen’in resim yapması yasaklanır. Çünkü yaptıkları Alman ideolojisini temsil etmemekte, resimleri yoz sanat sayılmaktadır. Resim yapması yasaklanmakla kalmaz, bunun denetlenmesi de emredilir. Resmin oluşumuyla ilgili her şey, ressamın atölyesinin pencerelerinden giren ışığın kontrol altına alınması dahi mümkündür artık. Yasağın uygulanması ve denetlenmesi görevi ise Schleswig-Holstein Kuzey Polis Teşkilatı’na bağlı Rugbüll Karakolu polisi ve ressamın çocukluk arkadaşı Ole Jepsen’e verilir. Schleswig-Holstein yazarın İngilizlere esir düştüğü yerdir aynı zamanda. Jepsen ressama resim yasağını şu sözlerle duyurur: “Artık değirmenin rüzgârı olmayacak Max, öfkesi de olmayacak.” Görev kavramı tam bu noktada dallanıp budaklanır. Emir verme, emir alma, emre itaat, göreve bağlılık gibi görevin her türlü hali ele alınır. Bunun yanında emre itaatsizlik, görevi reddetme, yani savaşmayı istememe gibi durumlar da diğer bir roman kişisinin yaşadıklarında somutlaştırılır.

Alman düşüncesinin vurgulandığı bir diğer karakter de Ole Jepsen’in karısı Gudrun Jepsen’dir. Gudrun kızının saralı, Çingene sevgilisini hor görür, Nansen’e getirilen resim yasağını şöyle savunur: “bazen Max’ın bu yasağa sevinmesi gerektiğini düşünüyorum. Yaptığı resimlere bakınca! Yeşil yüzler, mongol gözler, biçimsiz vücutlar, tüm bu yabancı yaratıklar. Yaptığı resimler hastalıklı. Bir Alman’ın yüzü yok bu resimlerde.”

Nazi ideolojisi sanatın karşısında durmakla kalmamış, onu aşırı milliyetçilik söyleminin gerisinde yatan “ari ırk” kavramı doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır. O dönemin kimi sanatçıları bu ideolojiyi tuvallerine yansıtmıştır. Mimarlara şehir planları çizdirilmiş, yapılan heykeller denetlenmiştir. Hitler’in en sevdiği kent olan Münih’le ilgili büyük dikilitaşlar, binalar ve sembollerle dolu şehir planları daha sonra ortaya çıkarılmıştır.

Yazının başında bahsettiğim “İdeoloji ve Sanat” konulu derste Adolf Wissel, Josef Thorak, Arno Breker, Elk Eber, Gisbert Palmie, Hans Schmitz Wiedenbrück gibi ressam ve heykeltraşların eserlerini incelemiştik. Bu sanatçılar o dönemde yoğun bir biçimde; ari ırkın temel taşı olan kutsal aile, o ailenin sarışın, gürbüz çocukları, görevi çocuk yetiştirmek olan, kendisini ailesine adamış kadın, ailenin temel direği güçlü erkek, tarlada çalışan köylü kadınlar, savaşçı erkekler gibi belli bir düşünce kalıbı içinde şekillenen ve milliyetçi ideolojiyi dayattığı için yoz sayılmayan eserler vermiştir. Nazi döneminin ünlü heykeltraşı Josef Thorak’ın Ankara’da da heykelleri vardır. Güvenpark Anıtı onun eseridir. Hitler’in Josef Thorak’ın atölyesini ziyaret ettiği sırada çekilmiş bir fotoğrafta arka planda Thorak’ın üzerinde çalıştığı Atatürk büstü bulunmaktadır.

hitlere28099in-josef-thorake28099c4b1n-atc3b6lyesini-ziyareti
Hitler’in Josef Thorak’ın atölyesini ziyareti

Propaganda amacıyla yapılmış bu resimler olması gerekenin altını kalın bir şekilde çizer ve bu kalın çizginin dışında ne varsa yoz sanat sayılır. Lenz de Almanca Dersi‘nde Max Ludvig Nansen karakterlerini oluştururken Nazi döneminde resim yapması yasaklanan izlenimci ressam Emil Nolde’nin yaşam öyküsünden esinlenmiştir. Yirminci yüzyılın önemli ressamlarından biri sayılan Nolde 1867’de romanın da geçtiği bölgede, Nolde kasabasında doğmuştur. Asıl adı Emil Hansen olan ressam daha sonra doğduğu yeri soyadı olarak kullanmıştır. Resimlerinde tüm canlılığıyla doğa, çiçekler, dans eden kadınlar, fırtınalı denizler, masklar vardır.

Nolde esasında Alman ideolojisinden çok uzak bir sanatçı değildir. Parti’yi desteklemiş, izlenimciliğin Alman tarzıyla uyuştuğunu savunmuş ve bu fikirleri parti üyelerince de benimsenmiştir. Bütün bu desteğine rağmen Nolde’nin modernist çizgisi eserlerinin yozlaşmış sayılmasına yetmiştir. Resimleri müzelerden kaldırılmış, 1937’deki yoz sanat sergisinde sergilenmiş ve 1941 sonrasında kamuya açık ya da kişisel herhangi bir yerde resim yapması yasaklanmıştır.

Lenz hikâyeyi bir çocuğun, Ole Jepsen’in oğlu Siggi’nin gözünden anlatır. Hikâye resim yasağının hüküm sürdüğü dönem ile Siggi’nin büyüyüp bir ıslahevinde tedavi gördüğü dönem arasında iki zamanlı ilerler. Anlatıcı hem gözleyen, hem de gözlenen konumundadır. Bu iki zamanlı, iki konumlu bakış açısı yazara katmanlı bir anlatım olanağı vermiştir. Zaman geçişleri incelikle işlenir. Fonda Elbe nehri ve dondurucu Hamburg kışı vardır. Yazarın kuzey denizine olan sevgisi kitaptaki betimlemeleri okuru hikâyenin içine çekecek kadar etkileyici kılmıştır. Kitabı okuduğum günlerde hikâyeye kendimi öyle kaptırmıştım ki kitapta çıkan yangın yanı başımda çıkmış gibi, olayların içinde yaşamıştım bir süre.

Siggi, ressam Nansen’e hayrandır. Ressamın gizlice verdiği görevler ve ona yardım etme isteği ile babasının resim yasağı konusunda yardım istediğinde verdiği görevler arasında kalır. Birbirinden bu denli zıt ikili görev baskısının bir çocuğun ruhunda açabileceği yaralar ve bu ikilemin onu sürüklediği çıkmaz, romanın irdelediği diğer bir konudur.

Esasında Siggi ıslahevindeki bir ders sonrasında ödev cezasına mahkûm edilir. Derste “görev tutkusu” üzerine bir kompozisyon yazmaları istenir. Görev tutkusuyla ilgili olmak kaydıyla istediklerini yazabileceklerdir. Ancak Siggi bir türlü yazamaz. Yazamamasının nedeni yazacak bir şey bulamaması değil, anlatacak çok şeyi olmasıdır. Böylece ıslahevinin bir odasında tutsak, ama yazması konusunda özgür bırakılır. Kendisine yazacaklarını tamamlaması için istediği kadar süre verilir. Bu süre bittiğinde “dışarıdakiler”, yani odasının dışındakiler için Siggi “nesli tükenmiş bir hayvana, bir efsaneye, bir simgeye, işler yoluna gitmediği zaman onlara cesaret verecek bir sembole” dönüşür. Romanın bu bölümü aklıma Romain Gary’nin “Cennetin Kökleri” kitabını getirdi. O kitapta romanın kahramanı Morel, Peder’e soruyordu: “insanlığın bu pisliklerini silip temizlediğinde bir tepeye çıkıp değişik, yüce gönüllü ve özgür bir şeye bakmayı istemez miydi?” İnsana bakmak için insandan daha büyük ve yüce bir şeye gereksinim duyduğunda kendisini filleri korumaya adamıştı Morel.

Siggi ise tüm bu karmaşadan kurtulmanın yolunu resimleri kurtarmaya çalışmakta bulur. Tehlikede olduğunu düşündüğü resimleri kendince korumaya alır. Yasaklayanların atladıkları bir şey vardır. Yasaklamanın imkânsızlığı. Düşünmeyi, yazmayı, resim yapmayı hiçbir ideoloji yasaklayamamıştır. Ressamın dediği gibi, zihninde arama yapmak mümkün değildir. Ne varsa zihindedir ve ona kimse el koyamaz. Zihin görünmez kitaplar yazmaya, kimsenin duymadığı şarkılar söylemeye, görünmez resimler yapmaya devam eder: “Resim yapmaya devam edeceğim” der ressam. “Görünmeyen resimler yapacağım. İçlerinde öyle çok ışık olacak ki, hiçbir şey göremeyeceksiniz.”

Pınar Özdemir

NOT: Son söz olarak, romanın çevirmenine de ayrı bir parantez açmak gerekir. Dilin bu denli akıcı, üslubun bu kadar etkili olmasında kitabı dilimize çeviren Ayşe Sarısayın’ın emeği büyük. Kendisi de bu kitabı çok sevmiş ve edebi lezzet katarak Türkçeye çevirmiş. Ayşe Sarısayın kitaba yazdığı önsözde babası Behçet Necatigil’den aldığı ilk “Almanca Dersi” ile ilgili şöyle bir anektod aktarıyor:

“Lise yıllarımda, nasıl olduğunu hatırlamıyorum, babam çeviri yaparken ona yardım etmeye heveslenmiştim. Siegfried Lenz’in bir radyo oyununu çevirmeye başlıyordu o sıralar. Tamam, deyip verdi bana, sen dene, bakarım sonra. Zor gelmedi, bir çırpıda yaptım birkaç sayfayı. Ama babama götürdüğümde, daha ilk satıra gelmeden, başlıkta aldım ilk dersimi! “Ev Araması” diye çevirdiğim başlık, “Evde Arama” diye değişiverdi bir anda. Mesele Almanca bilmek değil yalnızca, dedi, iyi Türkçe bilmek… Devamından ise söz etmek bile istemiyorum! Kim bilir, Almanca Dersi’nin peşinden koşmamın asıl nedeni buydu belki de…”