06.Eylül.18
Bugün Cumhuriyet Kitap Eki’ni elime alınca, ilk işim her zamanki gibi Semih Poroy’un Feklavye’sine bakmak oldu. Yoktu. Kağıt sıkıntısından dolayıdır, herhalde sadece bu sayılık bir yokluktur diye düşündüm ama kara haberi görmem için meğer Turhan Günay’ın yazısına bakmam gerekiyormuş. Üzüldüm doğrusu, çok keyif alarak okuduğum karikatürler oluyordu Feklavye’de. Okur-yazarların dünyasına dair, içeriden ve delici kahkahalar attırıyordu Semih Poroy.
***
Sel Yayınları, Salâh Birsel’in “1001 Gece Denemeleri” serisindeki kitaplarını da basıyor yavaş yavaş. İki günlüğünü bile bastılar. Nedir, Bir Zavallı Sarı At’ı bir de Sel’in yeni baskısından okuyayım deyince, daha kitaba adını veren ilk denemede canım sıkıldı. Ciddi dizgi hataları var, tekrar eden cümleler, açılan tırnakların kapatılmaması… Karşılaştırdım, eski baskısında (Dünya Kitapları Yayınları) aynı hatalar yok.
Zaten bizim edebiyatımızda (Türk edebiyatı mı dersiniz, Türkçe edebiyat mı, orası size kalmış) yazardan yana eksiğimiz yok, fazlasıyla yazar var. Kitaptan yana da eksiğimiz yok. Nedir, redaktör/düzeltmen, yayına hazırlayan ve en mühimi editörler açısından aynı şeyi söyleyemeyiz. Ciddi anlamda sıkıntı var. Büyük yayınevlerinde bile kitaplar bu kadar hatayla basılıyorsa, küçük yayınevlerinin durumunu varın siz düşünün.
İstisnalar yok mu? Var elbette. İşlerini özenle yapan yayın emekçileri var. Ve fakat yayınevlerinin editör kadrolarına, daha doğrusu hangi yayınevlerinde (kaçında) gerçek anlamda editör var, bir bakın. Üzülürsünüz.
***
Refik Halid Karay, “İlkbahar Cinayetleri” başlıklı denemesinde baharın insanın şuuraltına bastırdığı habislikleri tetikleme özelliğinden açar. Bahar bir uyanıştır, insanda güzel duygular uyandırır. Nedir, bahar aynı zamanda bazılarındaki “şehvet hırsını vahşiler cemiyetinin bile göz yumamıyacağı bir alçaklık ve çılgınlık haline” de sokmaktadır. Bu minvalde sürdürürken yazısını, bu kadar kötücüllük taşıyan bir meseleyi bile tatlı tatlı anlatırken şöyle bir cümle eder Refik Halid Bey:
“[Baharda] Bambaşka arzular uyanır ve sinsi heveslerin tomurcuklaşarak gittikçe kabardığı, bütün sinir sisteminin bozulup şiir mekanizmasının aksadığı duyulur.” (Ağaç ve Ahlak, İnkılâp Kitabevi, s. 32)
Üslup sahibi yazarları biraz da bu nedenle okuruz. Böyle cümleleri için.
***
Latif Kelimeler
dereke, zemmiye, malşans, kerih(lik), hemheme, hasis, dolanta, çalpara, fağfur, feeri, naim, dessas, desise, delalet, dehalet, dalalet, şaki, yüze çıkarmak/çıkmak, çalçene, berhava, tensikat, karaduygu, tenkisat, teselsül, hengâm, mahdut, ivecen, payet, şekavet, kösnül, yalınkat, ziravut
07.Eylül.18
Selahattin Yolgiden’in “Eve Geç Kaldım Yalnızlık Bekler” kitabındaki şiirlerin her biri, bir ressamın adını, ruhunun ve fırçasının izlerini taşıyor.
“leonardo” başlıklı şiir şöyle bitiyor:
bir varsa ikinciyim, çok varsa en azım
bazen kendimi öldürsem ne güzel olur diyorum
ateş varsa en çok ben yanacağım biliyorum.
09.Eylül.18
Zamanımızı bin parçaya bölüp hayatımızı parça pinçik ediyorlar ey sevgili okur! Okul, askerlik, memuriyet, iş, evlilik, adet, örf, anane, gelenek, çoluk çocuk, banka borcu, emeklilik hesapları, torun filan derken imamın kayığına atlayıp bilinmeze doğru uzaklaşıyoruz.
Kurumlar, kuruluşlar, akrabalarımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, iş arkadaşlarımız, çocukluk arkadaşlarımız, dolmuş şöförü, sokakta önünüzü kesip bir şey satmaya çalışanlar… herkes ama herkes öyle hunharca, fütursuzca ve gaddarca çalıyorlar ki bir ömür sonunda bizden en çok çalınan şey zamanımız oluyor.
Yazık bize sevgili okur! Ardımızda okuyamadan, izleyemeden, göremeden, sevemeden bırakacağımız ne çok şey kalacak. Oysa hepsine yeterdi vakit, çalmasalardı, yeterdi.
Anaokulunun üçüncü gününde firar etmiştim. Okulun hemen bitişiğinde (meğer) ben bütün gün okuldayken orada oturup beni bekleyen, “çocuk eskimesin” diyerek yanaklarımdan değil de başımdan, saçlarımdan usulca öpen dedemi görmüştüm.
Yanlış yaptım, okul kariyerimde bu firar politikasını hep sürdürecektim. İlk günah okuldur. Kaç(ın)malıydık. Zamanımızı hiç ettiniz ey okullar, ey kurumlar, ey iş yerleri! Zamanımızı çalıp bizi yoksul bıraktınız. Alacağınız olsun!
10.Eylül.18
Biz burada yazdıklarımıza dünlük adını yakıştırdık ama birbirimizi kandırmanın ne gereği var, düpedüz günlükçü olduk çıktık. Bir günlükçü, kendisi kadar okurları da düşünmek zorundadır. İşbu nedenle, sevdiği ve (elbette) üslup sahibi yazarların peşine düşer. Nedir, peşine düştüğü bu yazarların yazdıklarını okumakla da yetinmez, o yazarların okuduğu yazarların da peşine düşer ki içi rahat etsin, geceleri başını yastığa huzurla koyabilsin. Bugünkü faslımız bu minval üzredir.
İki gözümüz Salâh Birsel, Bir Zavallı Sarı At başlıklı denemesinde “Yavru Kuş” Charlie Parker’a odaklanır ama denemesinin antresinde Yunanlı biyografi ve deneme yazarı Plutarkhos’dan açar. Gerçi Salâh Birsel, Plutarkhos’un biyografilerinden bahseder ama biz tuttuk onun küçücük bir denemesine el attık: Gevezeler ve Meraklılar (Kırmızı Kedi Yayınevi, çeviren Güzin Aker).
Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz üzere, bu iki insan tipini pek latif bir üslupla irdeler Plutarkhos. İmzası yok ama Enis Batur’un kaleminden çıkma olduğunu düşündüğüm “sunuş” yazısında Plutarkhos’un “yaklaşımı ve üslubuyla, günümüz insanını da anlattığı” söyleniyor. Tam olarak öyle. İki bin yıl önceki gevezelerin ve meraklıların soyları tükenmedi ya!
Sizin çevrenizde de muhakkak vardır bu tiplerden, ağzınızdan laf almak için atmayacakları takla yoktur. Plutarkhos hem bunlardan kendimizi nasıl koruyacağımızı anlatıyor hem de bu iki hastalıktan mustarip olanlara tedavi reçeteleri sunuyor. Söz gelimi: “Meraktan kurtulmanın en iyi yolu kendine hâkim olma egzersizine bir an önce başlamaktır. Aslında bu hastalık, yine alışkanlıkla, yavaş yavaş ilerlemiştir. (…) Avcılar köpeklerini rastgele her kokunun ardına salmazlar. Yeteneklerini kesin bir şekilde muhafaza etmeleri ve keskinleştirmeleri için, onları tasmalarından tutar ve dizginlerler. Aynı şekilde, meraklının, herhangi bir söylenti peşinden sağa sola koşturmasını engellemek ve önlemek, onu yararlı başka bir şeye yoğunlaştırmak gerekir. Kartallar ve aslanlar yürürken, keskin ve sivri tırnaklarını köreltmemek için çıkarmazlar. Bunun gibi, gerçek bir şeyler öğrenme merakını da köreltmemek için, onu boş ve gereksiz şeylerle meşgul etmemek gerekir.”
Sosyal medyayı düşünün bir, birbirinin hanesine destursuz girebilen yüzlerce insan… Gerçi ancak “göstermek” istediklerimizi görebilir “stalker” denilen yeni meraklı insan türü ama yine de sosyal medya platformlarının “meraklılar ve gevezeler” için cennet gibi yerler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Şimdiki gevezelerin ve meraklıların, sosyal medya perhizi yapmalarını öğütlerdi Plutarkhos, eğer bu günleri görebilseydi.
11.Eylül.18
Pertev Naili Boratav’ın “Nasreddin Hoca” adlı çalışmasına ara ara bakarım. Eğer kitaba göz atma şansınız olursa Hoca’nın epey “edepsiz” hikayeleri olduğunu görürsünüz. Bir tanesini paylaşalım da gör ey okur! Gerçi rahat anlaşılıyor ama köşeli parantezlerle işini kolaylaştırmaya çalıştım. Buyrun.
Nasraddin Hoca meğer günlerden bir gün yolda gide durur iken ittifak bir çeşmede ve yahud bir derede bir alay avratlar, kız, gelin, don, gönlek ve espap yurlar imiş. Hoca bunlarun yanlarına geldiğinIeyin bu avratlar Hoca’ya karşu amların açmışlar, dahı: “Şuna ne derler?” demişler. Hoca aydur: “Buna Türkçe am derler” demiş. Avratlar aydur: “Yok, Hoca! Sen bunu bilimedün.” dediler. Hoca aydur: “Ya bunun adı, namı nedür?” dedi. “Bana cevab verün.” dedi. Mezkureler ayıtmışlar: “Buna garib ölüsi maşadı derler” [garip ölüsü mezarı] demişler. Hoca zekerini bir pare köhne bez paresine sarup dahı zekerin bir yongacuk üzerine komış. Dahı: “Vahdehu la şerike lehu” [“O birdir ve ortağı asla yoktur”] deyüp ol avratlara karşu gelüp bu avratlar bu hali göricek: “Bu nedür?” deyücek Hoca ay dur: “Bu ol garib ölüsidür. Yerine, hakkına koyalum” der. Hele avratlarun bir iştahlısına yerleşdürmiş. Tamam içinde iken bu avrat el urmış. Hoca’nun iki taşağın karvar. “Bu nedür, ey Hoca?” demiş. Hoca aydur: “Bu ol garibün oğlancuklarıdur. Bunda ta’ziyyetine geldiler” demiş.
12.Eylül.18
Mevsimlerin en çirkinindeyiz. Güz olamayacak tuhaf bir sonbaharın başları, yazın sonları… Kışın, o uğursuz ve sevimsiz zamanların eşiğindeyiz. Havalar serinledi. Kısa kollu gömleklerin, tişörtlerin, şortların ve sandaletlerin son demlerindeyiz. Oysa yaz ne güzeldi! Daha dolaysız bir temasımız vardı her şeyle. Giderek kapanacağız şimdi içimize, güneşi daha az göreceğiz, kıyafet üstüne kıyafet giyeceğiz. İyi tarafından da bakmaya çalışalım: Dostlarımızla daha sık görüşeceğiz, evlerde buluşacağız, sohbeti meze yapıp sıcak şarap içeceğiz. Daha fazla gideceğiz sinemaya, tiyatroya. Eh, bunlar da iyidir. Nedir, gelecek yaza kadar bir sızıyla dolaşacağız içimizde. Bu da var.
Onur Çalı