02.Eylül.18

Teos Antik Kentini gördünüz mü? Muhteşem bir yer. Devam eden kazı çalışmalarıyla, herhalde, daha da ortaya çıkacaktır eski şehir.

Teos Antik Kenti’ndeki “bilgilendirme odasında” oynatılan videoyu da izledim. Güzel hazırlanmış, Teos’un tarihini ve önemini özlüce anlatan bir kısa film olmuş ve fakat “küçük” bir sorun var: 1960’lı yıllarda bölgede kazı çalışmaları yürüten bilim insanı Baki Öğün’ün adı soyadı, videonun İngilizce altyazısında “Baki Meal” olarak geçiyor. Özel isimleri çevirmek gerekmiyor, bırakınız olduğu gibi kalsın.

Bu arada, mikro milliyetçilik gibi algılanmasın ama Teos’un da bir süre bağlı olduğu Bergama (Pergamon) Krallığı’nın kalıntılarını gezmenizi öneririm. Pergamon çok daha iyi korunmuş, büyük ve önemli bir antik kent.

5bf18-2523pergamum2b2523pergamon2b252325ce25a025ce25ad25cf258125ce25b325ce25b125ce25bc25ce25bf25ce25bd2b2523akropolis2b.2b252862529

Gitmişken eski arastayı, orada beklemekten yontulmuş esnafı da görün. Durmayın, kentteki parşömen ustalarını bulup antik çağın bu mucizevi kağıdı hakkında bilgilenmeyi de ihmal etmeyin. Derim.

Yine burada, Parşömen Sanal Fanzin’de yayımlanan bir söyleşisinde parşömen ustalarından Demet Sağlam’dan öğrendiğimiz bir bilgiyi soru biçiminde ortaya serip tırıs pırıs uzaklaşalım sevgili okur: Bugünkü günde, bu internet çağında, İngiliz parlamentosunda alınan kararların hâlâ çift nüsha halinde parşömene yazıldığını biliyor muydunuz?

***

Latif Kelimeler

çimçim, müsellim, keenlemyekün, mafevk, müteallik, perendebaz, curabaz, evvela, saniyen, salisen, hendese, sahtiyan, zağlı, eşhas, taam, hilkat, müdrir, habbeyi kubbe yapmak, tahassür, sırsalamak, matuf, diriğ etmek, kâin, pırpeç, kıvrak, bayıltma, çığırtma, fırda, peşkir, kösülmek

***

Sen Bir Aysın ile Mezarımı Derin Kazın (O Yar Gelir) türkülerinin ezgileri aynı değil mi? Yoksa bana mı öyle geliyor?

***

Evvelki dünlüklerin birinde “phubbing” sözcüğünden, ne olduğundan, hayatımızda neye karşılık geldiğinden açmış ve birkaç alternatif çeviri sunmuştuk: Telefonsevicilik, meşk-i telefon, muhabbetsavarcılık… Doğru tahmin ettiniz, biriyle oturuyorsunuz ama karşınızdaki sizi dinlemek, yüzünüze bakmak yerine telefonuna gömülmüş, orada bir şeyler yapıp duruyor. İşte bu kişiye “phubber” deniliyor.

Şimdi yine telefonla işlenen başka bir kabahate değineceğiz. Fotografimania olarak adlandırabileceğimiz bu illet, gördüğümüz kadarıyla bilhassa sayfiye yerlerinde tehlikeli boyutlara ulaşmış durumda. Öncelikle bu “hastalığın” ne olduğundan açalım: Sözgelimi Ayvalık’tan Cunda’ya tekneyle gidiyorsunuz. Gökte tabak gibi bir dolunay da manzaraya tüy dikiyor. Deniz mis gibi kokuyor. Karşınızda Kidonya, ardınızda Cunda (tersi de olabilir). Ne yaparsınız? Bu anların tadını çıkarırsınız değil mi? Sağlıklı bir insansanız elbette böyle yaparsınız ve fakat fotografimania illetinden mustaripseniz, iş değişir. Başta dolunay olmak üzere, teknedeki can simitlerinden tutun da teknenin ardında bıraktığı köpüklere kadar her şeyi ama her şeyi akıllı telefonunuzla fotoğraflamaya çalışırsınız. Adeta bir Japon oluvermişsinizdir sanki de otu boku çekmek göreviniz olmuştur. Nedir, bununla da kalmaz. Bu edna yazarınızın gözleri o teknede şunu da gördü: Bir kızcağız, teknenin kıç tarafındaki merdivenlere gitti, dekoltesini, duruşunu hazırladı, merdivene çöktü. Arkadaşına verdiği telefonla arkadan çekilmesini buyurdu. Başını sağ omzundan arkaya aşırıp kameraya doğru havalı bakışlar atmayı da ihmal etmedi… Bu enfes yolculuk fotoğraf “çekineyim” derken bitmiş bile, ne gam! Yeter ki sosyal medyaya konulacak “profillik” bir fotografi çekilmiş olsun!

Örnekten de gördüğünüz üzere, fotografimania dediğimiz bu illet yalnız kişinin kendisine değil çevresine de zarar vermektedir. Bu illetten mustarip olan “haste” kişiler, yakın çevrelerini “irrite edecek” şu cümleleri sıklıkla kullanırlar: “Bir fotoğrafımı çeker misin?”, “Yaa, bir tane daha çeker misin, tam istediğim gibi olmamış.”, “Şöyle arkamdan ama yüzüm de görünsün…”

Bu hastalığın tamamen kendine zarar veren bir türü de vardır ki onlara da “özçekimciler” denir literatürde.

Latifesi bir yana, tatil boyunca bu fotoğraflama hastalığının sevimsizleştiğine çok kere şahit oldum. Sığacık’ta kale içindeki bir kafe, sokakta duran masa ve sandalyelerini zincirlemiş, “fotoğraf çektirmek yasaktır, masa ve sandalyeler müessesemize aittir” mealinden bir de not iliştirmişti camına. Düşünün turistler nasıl bunaltmışlar kafe sahiplerini!

Her illetin bir devası vardır elbette. Onu fışlayalım bari: Akıllı telefon kullanmayın efendim. Kullanmanız kaçınılmazsa da kendinize fotoğraf perhizi uygulayınız. Hiç olmadı, günlük kota koyun kendinize, sigarayı bırakmadan önce azaltmak gibi düşünün. Yaşadığınız bütün güzel anları fotoğraflayamazsınız, değil mi a canım fotografimanikler?

3.Eylül.18

Tatilde pek okuyamadım; biraz ONS derginin ikinci sayısına, biraz Refik Halid ve Salâh beylere el atabildim, bir de roman bitirebildim: “Bil Ki Hayat Virâne”

Sıkı bir polisiye okuru sayılmam, o yüzden de değerlendirirken hata yapmak istemem ama (hele ilk roman olduğu düşünülürse) başarılı buldum “Bil Ki Hayat Virâne”yi. Üstkurmaca tekniği kullanılan romanda, bir bölümü “yazar”, bir bölümü de romanın ana karakteri Nusret Çakmak yazıyor. Tabii, bir de ortalarda görünmeyen, kitabın kapağında adı olan “asıl” yazar var: İlyas Barut. Bu çoklu yazarlık, romanı şenlendirmiş. Nusret Çakmak’ın bazı özellikleri için klişe denebilir (çok içki içmesi, kendine has bir vicdan anlayışı olması, bir yakınını kaybetmiş olması, uyumsuz olması, vs.). Nedir, adamımızı sevdim. Ve ikinci romanı (O Sızı Hep Yoklar) da en kısa zamanda okuyacağım.

Bir de “yasal” uyarı: Romanda Nusret Çakmak, “iyi” içiyor doğrusu. Okurken votkaya aş erdim resmen (Akif Kurtuluş’un “Mihman”ında da rakıya aş ermiştim). O yüzden, romanı okurken yanınızda votka bulundurmanızda fayda var. Sosyal medyadaki felaket arkadaşlarımın dediğine göre ikinci romanda da kanyak “tehlikesi” varmış. Bu erken uyarı iyi oldu benim için, gece gece Metaxa bulmak zor olabilirdi!

4.Eylül.18

Tatilde az biraz da olsa Salâh ve Refik Halid beylere el attığımı söylemiştim. Nezleli Karga’ya ikinci dikişi atarken kendime bir de dayanak buldum, iyi mi?

Geçenlerde Yunus Nadi Ödülleri’nde yaşanan olayı biliyorsunuz. Yunus Nadi Ödüllerinin roman kategorisinde jüride yer alan bir yazar, aynı ödülün öykü kategorisinde ödüle layık görülmüştü. Ben de duramamış, birkaç dünlük evvel teselli mahiyetinde şöyle yazmıştım: “Yunus Nadi Ödüllerinde roman jürisinde olan bir yazara, aynı ödülün öykü kategorisinde ödül verilmiş. Şaşıracak ne var bunda? Öykü ödülü jürisinde yer alan biri, öykü ödülü de alabilirdi.”

Dayanak demiştik… İki gözümüz Salâh Beyin Nezleli Karga kitabı içinde yer alan 7 Eylül 1990 tarihli günlüğüne bakalım da durduk yere bir yıl daha yaşlanalım: “Bir ozan üyesi bulunduğu bir Seçiciler Kurulu’nda kendi şiirine, kendi kitabına oy vermiştir. Yalnız oylar sayılırken toplantı odasından dışarı çıkmıştır. Yani sayıma hile karışmamıştır. (Bu, 1975 yılında olmuş gerçek bir olaydır.)”

Halimize şükredelim! derim.

***

Eski Ahit (Ahdi Atik), 39 kitaptan oluşur. Bu otuz dokuz kitabın ilki Yaratılış’tır (Genesis, Tekvin). Yaratılış kitabının 11. Babının hemen başında bahsi geçer Babil Kulesinin. Babil Kulesi ve ona bağlı olarak Babil Laneti, üzerine çokça düşünülen, söz (aforizma) üretilen bir hadisedir. Doğrusu, sizden saklayacak değilim, benim de çok takıldığım bir olay. Hatta yeni kitabım Bergama Vapuru’nda bir öyküm var bu olay etrafında dönen. Babil Kulesi hadisesini “Babil Kulesi İnşaatından Sağ Çıkmış Duvarcı Ustası Ozo”nun ağzından anlatıyorum. (Şimdi tekrar baktım, öyküde menemenin soğanlı mı soğansız mı olacağı tartışmasını aylar öncesinden bitirmişim meğer.)

Meselenin ilgi çekici olmasının birçok nedeni var. Benim açımdan, mesleki bir veçhesi de var işin. Öyle ya, tüm insanlar (ne güzel) aynı dili konuşuyorlarken kimin aklına gelmiş (acaba bir Laz müteahhit miydi?) göklere erişecek bir kule dikip ün salmak ve “böylece yeryüzüne dağılmayız” diyerek diğerlerini gaza getirmek? Sonucu biliyorsunuz: Tanrı gökteki otağından aşağı iner, inşaatta çalışan kendini bilmezlerin “dillerini karıştırır”. Böylece insanlar birbirlerini anlamaz olurlar (çeviriye muhtaç hale gelmişlerdir), bu da yetmemiş, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır (mültecilik, göçmenlik).

Babil Kulesi hadisesinin, gördüğünüz üzere, çeviribilimle çok doğrudan bir ilişkisi mevcuttur. Nitekim Cemil Meriç, şöyle diyecektir:

Tercüme, Babil Kulesinde yolumuzu aydınlatan hırsız feneri. Sönük, titrek bir ışık. “Traduttore, traditore” [hain mütercim] iftira değil, kader. Dilden dile aktarılan ruhtan çok lafız, şiirsiz bir “aşağı yukarı” (Umrandan Uygarlığa, s. 309)

Geçenlerde rastladığım Kafka’nın bir aforizması ise meseleye başka bir veçheden yaklaşıyor: “Eğer ona tırmanmadan Babil Kulesi’ni inşa etmek mümkün olsaydı, yapımına izin verilirdi.”

Ey okur, sıkıldığını biliyorum, lakin az sabret. Kafka’nın aforizması üzerine biz de bir soru patlatmayalım mı yani: Tanrı, yanına çıkılmasını mı istemiyor yoksa o derece görkemli bir insan yapısına mı tahammülü yok?

Oysa Tevrat’ın tanrısı nettir, şöyle der: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu [Babil inşaatını kastediyor elbette] yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.” (Burada, tanrının “gelin” diye seslendiği kimlerdir, hep merak etmişimdir.)

Demek Tevrat’ın, daha doğrusu Eski Ahit’in tanrısını sinirlendiren insanların sınır tanımamaları. Kafka yanılıyor: Tırmanmadan inşa edilecek bile olsaydı, Babil Kulesinin inşaatına izin vermeyecekti Tevrat’ın tanrısı.

Şaka Gibi Hamiş: Yukarıda Laz müteahhit diyerek inceden dalga duman yapalım dedik ama Tevrat’ta Babil Kulesinin yapıldığı yer olarak adı geçen “Şinar bölgesinin” tam olarak neresi olduğunu araştırayım derken bakın nasıl bir habere denk geldim:

İngiliz arkeolog Michael Sanders, İncil’in birkaç değişik dilde yazılmış eski çevirilerini inceledikten sonra Babil Kulesi’nin ‘Land of Shinar’ (Şinar’ın Ülkesi) diye geçen Türkiye’nin kuzeydoğusunda Karadeniz’e yakın bir yerde bulunduğuna karar verdi.

Bizim oralarda bu tip durumlarda “haydaa ne işin var çayda!” derler.

Onur Çalı