9.Ağustos.18

Futbol izlerim, severim. Nedir, hangi futbolcu kaç milyon dolara nereye transfer olmuş, hangi takımdan gelmiş, Beşiktaş’ın borcu var mıymış, adını hala İnönü olarak andığım yeni stadının yapımında kaç para harcanmış… bunlar benim ilgi alanıma girmez. Ben maçın oynandığı dakikalar boyunca izlerim, sonrasında da olsa olsa sevdiğim birkaç yazar ve muhabiri (Serkan Fidan, Uğur Meleke, Fırat Demir, Elif Çongur, Fırat Günayer) takip eder, okurum. Biter gider.

3eaf7-image1

Birkaç lakırdı etmek için yukarıdaki antreyi yaptım. Meramım şu. Şenol Güneş ilginç bir adam. Birçok bakımdan tuhaf bile denebilir. Bazen (bazen ama, her zaman değil) ona yakışan bir agresifliği, sinirli hali var. Dürüst, tutarlı, efendi filan, eyvallah. Ve fakat son zamanlarda Alvaro Negredo’ya karşı tutumunu anlayabilmiş değilim. İstenmeyen oğul muamelesi yapıyor. Muhakkak “mantıklı” nedenleri vardır kendince ama çocukluğundan beri şerefli mağlubiyetlere alışmış, otuz yıllık bir Beşiktaşlı olarak benim mantıkla işim olmaz.

Lafı yormadan söyleyeyim, Arkadaş Z. Özger’den mülhem:

bir gün elbette
alvaro negredo’yu seviceksiniz

(negredo’yu seviniz)

***

Bir arkadaşım, ölüp saklandıktan dört yıl sonra yalnızca kemiklerimizin kaldığını söyledi. O da bir yerlerden okumuş. Dediğine göre, iç organlar çürüdükten sonra göğüs kafesimiz çatır çutur kırılıyormuş ki bu ses toprağın üstünden, hala yaşayanların dünyasından da duyuluyormuş. Bunu öğrenince, günlerdir içimde dolaşıp duran şu sözler yankılandı zihnimin duvarlarında (her sabah birkaç kez dinliyorum, nasıl yankılanmasın):

Mican sen öleceksin
Kabire gireceksin
Dokuz tahta altında
Ne cevap (hesap) vereceksin

Peki kimdir bu Mican, neyin hesabını verecektir?

Hüseyin Micanoğlu, bu boktan ve korkunç güzel dünyamıza antresini hicri 1274, miladi 1858 yılında Giresun’un Keşab nahiyesine bağlı Engüz (Dokuztepe) köyünde yapmıştır. Bu tür hikayelerde hep olduğu gibi, kaderin bir cilvesi sonucu, genç yaşındayken bir can alır (Musa peygamber de küçük bir fiske atayım derken tokatla adam ölmüştür). Hikayenin her aşamasında rivayet muhteliftir; kimi öldürdüğü, nasıl öldürdüğü, neden öldürdüğüne dair tek değil, çeşitli açıklamalar bulunur. Biz işin özünden gidelim, siz ayrıntıları merak ederseniz bulursunuz zaten.

Nerde kalmıştık? Mahpusa düşer ama Piraziz çevresinin en ünlü eşkıyası Gürcü Deli Reşid’in adamı Eğribel Mehmed’le birlikte kaçmayı başarır. Arnavut Cafer’in yardımıyla Ünye’ye varır. Bundan sonrası hep bir kaçma kovalama hikayesidir. Hükümet sıkıştırır, yereldeki ağalarla beylerle işbirliği yapıp Micanoğlu’nun peşine düşerler, ne çare ki kıstıramazlar. Bunda, halkın onu sevip sayması da etkilidir muhakkak. Derler ki “ince yapılı, açık alınlı, kumral bıyıklı, mert ve cesur” bir zat olan Micanoğlu Hüseyin, kendisi can almazmış hiç (kendisini bir kahramana dönüştürecek olan ve karakulakla öldürdüğü Memiş Hoca müstesna), bu sevimsiz işleri Köroğlu lakaplı Gotkile’ye yaptırırmış. Beylere, zenginlere, ağalara güvenmezmiş hiç Micanoğlu, halka dayarmış sırtını. Onu saklayan köylerde imamlığa durduğu da söylenir. Orucunu namazını hiç aksatmadığı da… Ha, tebdil gezip Giresun’a indiğinde çocuklara simit ve para dağıttığını da unutmayalım. Evlenecek genç kızların çeyiz paralarını, ev yaptıracak olanların inşaat masraflarını kendi cebinden karşıladığını, köylere kasabalara yol ve köprü yaptırdığını unutalım mı peki!

1880’lerin ortalarındayızdır artık ey okur! Giresun-Şebinkarahisar (Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ara Güler ve Hulki Aktunç Şebinkarahisar kökenlidir) yolu üzerinde bulunan, Fransızların işlettiği simli kurşun çıkaran bir madenin “direktörüne” yazdığı mektuba ne demeli? Durun durun, mektuptan önce bu direktörden haraç istemiş, menfi yanıt alması üzerine madenin Karagöl yaylasından gelen suyunu kesmiş, o da sonuç vermeyince madene baskın yapmıştır Micanoğlu. Nedir, baskını yapan kendisi ve adamı Muhacir Küçük Hüseyin olduğu halde hükümet kuvvetleri, baskının faturasını Micanoğlu’nun kardeşleri Mehmed ve Süleyman’a keserler. İşte bunun üzerine, altını “Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi” olarak imzaladığı mektubunda bu Fransız direktörden “ricalarda” bulunur Micanoğlu: On beş gün içinde, nüfuzunu kullanarak kardeşlerini kodesten çıkaracaktır, yanında muhafız olarak işe alacaktır (maaşlı, sigortalı) direktör. Ha, unutmadan, bu işler için ne kadar “mesârif” ettiğini de kendisine bildirmesini ister Micanoğlu. Ey okur, koskoca “Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi”nin Fransız direktöre nakit para vereceğini mi sandın? Bu masraf (ki on beş gün içinde bunları yaptığı takdirde bu işlerin bedelini iki bin altına sayacaktır Micanoğlu), direktörün kendisine vereceği haraçtan düşülecektir.

Kibar bir dille, lisan-ı münasiple yazılan bu mektupta şunu da belirtmeyi unutmaz Micanoğlu: “Ve eğer bu işe gayret etmezseniz evvelâ canınıza saniyyen cevherine dahi Uzundere’den gelen şeylerine dahi Karagöl’den giden suya bu tahrîr ile himâm şeylere man‘î-i şer‘î olacağım. Ma‘lûmunuz olsun. Kaldı ki, sizlere on beş gün mühlet. Cevâbınızı isterim. Bu işe gayret etmedikten sonra sizlere daha rahatlık yoktur. Katırcınızı işletmem. Her bir cihet kötülük ederim. Sonra bendenize beyân eylemedin demiyesiniz.” (Sonra çıkıp da “söylemedin, uyarmadın” deme diyor yani.)

Peki, Fransız direktör (hay bin kunduz, bu adamın adı yok mudur) ne yapmış dersiniz? Bu hayli nazik tehditlerle dolu mektubu hemen koşup İngiliz Konsolosuna yetiştirir. İngiliz Konsolos da, kafanıza daha fazla ütü çekmeyelim, Ali Sururî Paşa’ya durumu bildiren başka bir mektup yazar ve bahse konu eşkıyaların derdest edilmesi ricasında bulunur.

Micanoğlu’muzun, o aslan yiğidimizin mahvına ve dahi kalleşçe katline giden yolun başlangıcı olur bu mektuplar. İşte tam burada, yanına harici ve dahili zırtapozları da alarak “Körolası Kel Seyit” boy gösterir sahnede. Boyu devrilsin onun!

Mektuplar, ricalar sürüp giderken Micanoğlu daha önce de konuğu olduğu Erbaalı Kel Seyit’in Karagöl yaylasındaki evine sığınmıştır. Kel Seyit varsıldır. Oğlu, gelini, ailesiyle ve obalara sığmayan sürüleriyle yaşamaktadır. Kırk elli kadar adam çalıştırıyordur yanında. Fransız direktörün, İngiliz sefirinin, para babalarının, maden zenginlerinin fişteklemeleriyle Micanoğlu’nu kıstırmayı görev bilen hükümet kuvvetleriyle birlik olan Kel Seyit, ketenpereye getirip Mican’ın yaşam mumunun söndürülmesinde başrollerde görünür. Boyu devrilesi, kör olası Kel Seyit!

Şunu muhakkak söyleyelim: Mican’ımızı halkın gözünden düşürmek için dedikodu da yayar bu iblis evlatları. Neymiş Mican’ın, sözde, hem bu Fransız direktörünün refikası hem de Kel Seyit’in geliniyle gönül muhabbeti varmışmış.

Micanoğlu’nun katliyle ilgili rivayet de muhteliftir. Hiçbirini içim kaldırmıyor ey okur, hepsi birbirinden yürek paralayıcı! Hakikat şu ki Mican’ımız bu dünyaya istemeden de olsa eyvallahını çekmiş bulunmaktadır. O artık türkülerde, ağıtlarda, halkın gönlünde yaşamaktadır.

Micanoğlu için çok ağıtlar, türküler yakılmıştır. En bilineni de, takdir edersiniz ki “Kahve Koydum Fincana”dır. Ahmet Kaya güzel söyler elbette, hem de türkünün hemen girişinde fincana kahve değil de rakı koyarak başlar işe. Nedir, tavsiyem, bir de Duble Salih’den dinlemeniz. Değerli müzisyenler Salih Nazım Peker ve Salih Korkut Peker’den dinleyiniz, mümkünse Nazım Peker’in “ah”larını ıskalamadan…

10.Ağustos.18

Haşim’e göre insan, rutin hayatında etrafında gördüğü şeylerin bıktırıcı aleladeliğinden bir müddet kurtulmak umuduyla çıkar seyahate ve tam da bu nedenle seyahat bir “harikulâdelikler avı”dır. Seyyah için “muvakkat şair” diyor Haşim. İşte bu niteliği onun seyahati esnasında gördüklerini yoktan yaratıp bunları harikulade birer hayale dönüştürmesini sağlar ve Haşim, seyahatname’yi şiirin kardeşi sayar.

Hele ki seyahatname bir şair elinden çıkmaysa, bu kardeşlik tek yumurta ikizliği kadar ileri gidebilir. Ahmet Haşim’in 1932 yılında, tedavi nedeniyle çıktığı Frankfurt seyahatinin notlarından oluşan “Frankfurt Seyahatnâmesi” de, hakikaten, şiir nevindendir.

***

Latif Kelimeler (m, M)

muvakkat, mabut, mürettep, müteaddit, mükerrer, malumat, marmelat, mesire, müziç, merdümgiriz, müşkülpesent, muntazır, matlup, müdebbir,  mutantan, mesârif, mutasarrıf, mükâleme, merkum, mercu, müsademe, meyyit, mevta

***

Bu ay iki dergiye el atabildim: Notos ve ONS. Hoş, bu da tam tekmil bir el atma sayılmaz. ONS’un ikinci sayısı bu. Pek dolu, pek renkli. O yüzden tatilde okumak için erteledim.

Notos’un her yıl bir sayısını “dışarıdan” bir editörün idaresini bıraktığını biliyorsunuz. Bu müzikli sayıyı Derya Bengi hazırlamış. İlk elde gözüme çarpan iki güzel öykü oldu, şimdilik kaydıyla, dergi faslını kapatmadan evvel onları analım: Ekin Kadir Selçuk ve Mesut Barış Övün’ün öykülerini es geçmeyiniz derim efendim.

Onur Çalı

Dünlüğün başındaki birbiriyle alakasız trioyu barındıran fotografi oldukça fantastik görünüyor, farkındayım. Ve fakat sahte değildir.